Grtc Küresel Araştırma Düşünce Merkezi'den Alman Meclisi'nin Ermeni İddialarına İlişkin Kararına... - Son Dakika
Yerel

Grtc Küresel Araştırma Düşünce Merkezi'den Alman Meclisi'nin Ermeni İddialarına İlişkin Kararına...

Grtc Küresel Araştırma Düşünce Merkezi\'den Alman Meclisi\'nin Ermeni İddialarına İlişkin Kararına...

GRTC Küresel Araştırma Düşünce Merkezi, Alman Feredal Meclisi’nin 1915 olaylarını soykırım olarak niteleyen tasarıyı onaylaması ve Yeşiller Partisi Eş Başkanı Cem Özdemir’in beyanatıyla ilgili basın açıklaması yaptı.

03.06.2016 11:29

GRTC Küresel Araştırma Düşünce Merkezi, Alman Feredal Meclisi'nin 1915 olaylarını soykırım olarak niteleyen tasarıyı onaylaması ve Yeşiller Partisi Eş Başkanı Cem Özdemir'in beyanatıyla ilgili basın açıklaması yaptı.

GRTC Osmanlı Araştırmaları Direktörü Yrd. Doç. Dr. Ahmet Türkan ve GRTC Araştırma Raporlama Koordinatörü Prof. Dr. Hüsamettin İnaç ortak bir basın açıklaması yaptı.

Açıklamada, "2 Haziran 2016 günü dünya kamuoyu, Almanya Federal Meclisi'nin Ermenilerle ilgili alacağı karara odaklanmıştı. Gün içerisinde yaşanan meraklı bekleyişin ardından neticede Federal Meclis, 1915 olaylarını soykırım olarak niteleyen tasarıyı onayladı. Türkiye'nin sert tepkisini çeken bu karara Almanya Şansölyesi Angela Merkel katılmamıştı. Bu hadiseler yaşanırken esas dikkati çeken nokta ise Türk kökenli olan Yeşiller Partisi Eş Başkanı Cem Özdemir'in 'Benim kökenimde Enver paşa değil, Ermenileri koruyan Kütahya valisi var' sözüydü. Ermeni hadiselerini sırf ittihatçıların tutumlarına bağlayarak indirgemeci bir üslup kullanmak acaba ne kadar gerçekçi ve tarihi vakıalara uygun düşmekteydi. Burada, belli bir kesimin bilindik ve genelleyici ifadelerden ziyade belgeler ışığında daha analitik incelemelerle gerçek ortaya konulabilir. Nitekim yöneticiler bazında bir takım şahsi tutumlar, genel politik bakışın tümünü ifade etmese de tümüyle onlardan bağımsız da değillerdir. Burada Özdemir'in ifadelerinden yola çıkılarak Vali Faik Ali Bey de işin içine katılarak Kütahya özelinde Ermeni hadiselerine parçadan bütüne doğru daha yakından bakılabilir. Konuyu genel hatlarıyla anlama açısından Ermenileri tehcire götüren hadisenin kısa bir öncesine bakmakta fayda olacaktır. Öncelikle 93 Harbi de denilen 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı'nın ardından bir kısım Ermenilerin farklı devletlerin kışkırtmalarıyla komitacılık faaliyetlerinin içerisinde olduğu görülecektir. Hatta komitacılar kendilerine destek vermeyen Ermeni patriğini öldürme noktasına gelecek kadar ileri gideceklerdir. Özellikle 1890 yılından itibaren bu durum Osmanlı Devleti'nin Doğu vilayetlerinde zaman zaman Ermeni isyanlarının çıkmasına yol açacak ve ilerleyen zamanda daha da yoğunlaşacaktır. Durum bu minvalde devam ederken Osmanlı Devleti'nin çok zor şartlarda girdiği I. Dünya Savaşı'nın atmosferi de Ermeni politikalarında etkili bir unsur olacaktır. Bu anlamda, I. Dünya Savaşı'na (1914) girmeden önce Doğu vilayetlerinde yaşayan Ermenilerin topluca isyana kalkışacaklarına dair Hükümete çeşitli haberler gelmeye başlamıştır. Bu atmosfer içerisinde başlayan savaştan kısa bir süre sonra Osmanlı Devleti, Çanakkale ve Doğu cephesinde çok zor mücadeleler vermek zorunda kalmıştır. Bu cephelerde çetin bir savaş sürdürülürken, diğer taraftan Ermeni çeteleri ile mücadele edilmesi, orduyu zor durumda bırakmıştır. Ayrıca, cepheye lojistik destek sağlayan araçların Ermeniler tarafından sabatoja uğraması, süreci zora sokan diğer bir husustur. Bu zor şartlar altında savaşı yürütmenin zor olduğu kanaatine varan Osmanlı Hükümeti, Ermenilerle ilgili çeşitli önlemler almak zorunda kalacaktır. Bu kapsamda 24 Nisan 1915 tarihinde vilayetlere ve mutasarrıflıklara gönderilen tamimde, Ermeni çetecilerinin önde gelenlerinin tutuklanması istenmiştir. 27 Mayıs 1915 tarihinde hazırlanan Tehcir Yasasıyla da Ermenilerin başka bir bölgelere tehciri kararlaştırılmış, ancak hasta ve ama olan Ermenilerin yanında, başlarında erkekleri olmayan Ermeni aileleri, yetim çocuklar, dul kadınlar, öğretmenler, mebuslar ve asker ailesi gibi daha birçok özellik taşıyan Ermeniler de bu sevkiyattan muaf tutulmuştur. Tehcirde dikkati çeken diğer bir husus da, Osmanlı'nın birçok bölgesinde yaşayan Ermenilerin sevke tabi tutulmamasıdır. Bunlardan biri de Kütahya Ermenileridir. Örneğin, 21 Ekim 1916 tarihinde Kütahya Mutasarrıfı Ahmet Müfit Bey'in Kütahya Livasında bulunan Ermenilerin sayısı ile ilgili İç İşleri Bakanlığı'na gönderdiği nüfus cetveline bakıldığında durum daha net görülecektir. Buna göre, Kütahya ve ona bağlı yerlerde toplam 5128 Ermeni bulunmaktadır. Bunların büyük çoğunluğu Katolik ve Ortodokslardan oluşan yerli Ermeniler olup bunların arasında yabancı kimsesiz olanlar da bulunmaktadır. Bunun yanında Kütahya Ermenileri içerisinde asker aileleri de bulunmakta olup hatta bu ailelere iyi davranılması hususunda Hükümetten zaman zaman uyarılar da gelmiştir.Savaşın zorlu şartlarında gerçekleşen tehcir uygulaması ile ilgili genel olarak ilkesel anlamda insani ilişkilerin iyi bir seviyede tutulmak istendiği belgelerden anlaşılmaktadır. Ancak zaman zaman tehcir sebebiyle Osmanlı'nın bir takım bölgelerinde, şahsi anlamda Ermenilere karşı olumsuz tutum sergilediği de bir vakıadır. Bununla birlikte Ermenilere karşı takınılan kişisel husumetlere karşı devletin uyguladığı cezai yaptırımlar da göz ardı edilmeyecek bir hakikattir. Nitekim 18 Eylül 1915 tarihinde İç İşleri Bakanlığından Konya Vilayetine gönderilen yazıda, "Karaman İstasyonu'nda görevli Tevkif Çavuş isimli bir jandarmanın Ermeni muhacirlerini bütün yolcuların önünde kırbaçlamakta olduğuna dair haberler alındığı, dolayısıyla bu davranışı sergileyen jandarma ile buna göz yumanlar hakkında gerekli tahkikatın yapılarak cezanın verilmesi' istenmektedir. Ermenilerle ilgili olarak insani ilişkiler, Kütahya Ermenileri özelinde de yüksek seviyede tutulmuştur. Özellikle 1913-1916 yılları arasında Kütahya'da Mutasarrıflık yapmış olan Faik Ali Bey'in buradaki tutumu dikkat çekicidir. Faik Ali Bey, Kütahya'nın yerli Ermenilerinin dışında, başka yerden Kütahya'ya sevk edilmiş Ermenilerin şehirdeki asayiş ve sükununa da önem vermiştir. Nitekim 1915 yılının Ağustos ayında sevke tabi tutulmuş olan bir aileye şehir içerisinde gezinirlerken beş meçhul şahıs tarafından saldırıda bulunulmuştur. Bu kişiler ailenin önüne geçerek erkeklerden birini yaralamışlar ve üzerlerinde bulunan paralarını da gasp ederek kaçmışlardır. Meseleden haberdar olan Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali Bey, konuya hassasiyetle yaklaşarak olayı tahkik ettirmiştir. Bir müddet sonra olayın failleri yakalanarak tutuklanmış ve adliyeye sevk edilmişlerdir. Ayrıca gasp edilen paralar da sahiplerine geri verilmiştir. Kütahya Valisi Faik Ali Bey'in Ermeni hadiselerinin çok yoğunlaştığı bir zaman diliminde şehirde yaşayan bu insanlara karşı yaklaşımı ve gösterdiği hassasiyet, sözde Ermeni Soykırımı iddialarında bulunanlara ve toptancı yaklaşımlara karşı önemli bir vesikadır. Bu noktada Faik Ali Bey'in şahsi tutumu olaya daha da insancıl yaklaşılmasına etki yapmıştır. Hatta o, sevke tabi tutulmamak için Müslümanlığa geçmek isteyenlere dahi karşı çıkarak bu noktada ilkesel bir duruş sergilemiştir. Onun 'Ermeni dostu' olduğu iddiasıyla Talat Paşa'ya haberlerin gittiği ve Talat Paşa tarafından da uyarıldığına dair bilgiler zikredilmektedir. Ancak, Faik Ali Bey'in geri adım atmaması üzerine Talat Paşa'nın daha fazla ısrarcı olmadığı vurgulanmaktadır. Burada dikkati çeken nokta şudur: Öncelikle Faik Ali Bey'in kişisel tutumları Ermenilere gösterilen hoşgörü ortamı açısından çok önemlidir. Ancak, devletin başkenti olan İstanbul gibi bir yere yakın olan Kütahya'daki Mutasarrıfın tutumuna karşı bir yaptırımın uygulanmaması ve görevine devam etmesinin istenmesi de aslında soykırım iddiasında bulunanların ve Faik Ali Bey'i de buna refarans gösterenlerin iddiasının boş olduğuna da bir delildir. Hatta bakış açısı, düz mantık olup kurulan orantıda da terstir. Dikkati çeken diğer bir nokta da Faik Ali Bey'den sonraki diğer idarecilerin de şehirdeki yerli Ermenilerin varlığının korunması hususunda hassasiyet göstermeleridir. Nitekim yukarıda belirtildiği üzere Faik Ali Bey'den sonra Kütahya'da görev yapan Mutasarrıf Ahmet Müfit Bey zamanında da şehirde beş binin üzerinde bir Ermeni nüfusunun yaşadığı belgelerden anlaşılmaktadır. Savaş süreci boyunca Osmanlı Devleti'nin birçok bölgesinde olduğu gibi Kütahya'dan da farklı bölgelere veyahut da farklı bölgelerden Kütahya'ya hastalık, ziyaret vs. amaçlı gidiş gelişlere izin verilmiştir. Onlarca örneği olan bu geliş gidişlere bir iki örnek vererek konunun daha yakından görülmesini belgeler üzerinden analiz edebiliriz. Örneğin, 13 Haziran 1334 tarihli ve 1728 nolu polis müdürlüğünden İç İşleri Bakanlığına gönderilen yazıda olayın süreci daha iyi anlaşılmaktadır. Buna göre, Corci isimli kişi Kütahya doğumlu olup İstanbul Pangaltı'da bulunan Mihitarist manastırında rahiplik yapmaktadır. Avusturya tabiiyetinde ve mezhep olarak da Katolik Ermeni Kilisesine mensup olan Corci otuz iki yaşlarındadır. Corci kendisinin hasta olduğunu bu nedenle hava değişimine ihtiyacının uygun olacağını ve bunun yanında Kütahya'da Almanlar nezdinde askerlik görevinde bulunan biraderini de ziyaret edebileceğini belirterek hükümet yetkililerinden 1 Haziran 1334/1 Haziran 1918 tarihinde izin istemiştir. Durumu tahkik edilen Corci'nin ileri sürdüğü gerekçeler uygun görülerek 30 Haziran 1334/30 Haziran 1918 tarihinde Kütahya'ya gelmesi uygun bulunmuştur. Corci örneğinde olduğu gibi yine aynı şekilde Kütahya'da Kundura kalıpçısı Avedikin oğlu Civan'ın kızı Ojen'nin İstanbul'da Taksim Ermeni Kilisesi civarındaki Attar sokağında oturan amcasının yanına gitmesine izin verilmiştir. Savaşın en şiddetli anlarında Kütahya Ermenilerde dikkati çeken diğer bir husus da onların eğitim öğretim faaliyetleridir. Nitekim onların eğitim ve öğretimlerinin eskiden beri olduğu gibi devam ettiği görülmektedir. Hatta konu ile ilgili olarak Kütahya Mutasarrıfı Ahmet Müfit Bey 16 Tişrini Sani 1332/29 Kasım 1916 tarihinde İç İşleri Bakanlığına yazmış olduğu yazısında Kütahya'daki Katolik Ermenilere ait olan Kız Mektebi için iki öğretmenin ihtiyacından bahsederek gereğinin yapılmasını Hükümetin görüşlerine arz etmiştir. Kütahya'daki Ermenilerin hukuki haklarının ve manevi şahsiyetlerinin azami ölçüde savaş sürecinde korunduğu belgelerde dikkati çeken diğer bir husustur. Nitekim Kütahya'daki Ermeniler hakkında zaman zaman asılsız ihbarlar yapılmaktaydı. Dolayısıyla yerel yöneticiler yapılan ihbarların doğru olup olmaması konusunda azami bir hassasiyet göstermişlerdir. Nitekim yine böyle bir haber Ata isimli kişinin yaptığı ihbarda ortaya çıkmıştır. Ata, Kütahya'da üç ve daha fazla Ermeni'nin evlerinde yasak olan silahların bulunduğunu, Rusya ile bir antlaşma yapılmadığına dair ahaliyi etkilemeye çalıştığını belirterek bunların toplantılarının engellenmesine dair İç İşleri Bakanlığına telgraf çekerek ihbarda bulunmuştur. İhbar üzerine Polis dairesince hemen gerekli olan tahkikat başlatılmış, ancak isimleri bildirilen kişilerin hanelerinde yapılan tahkikat neticesinde hiçbir hanede yasak silah olmadığı ve Rusya ile olan antlaşmaya dair de bir sözün sadır olmadığı ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla da Ata'nın ahlaksız bir taifeden olduğu ve daha önce de birkaç defa İç İşleri Bakanlığına bu türden ihbarlar yapmış olduğu ortaya çıkmıştır. Süreci bu şekilde özetleyen Kütahya Mutasarrıfı Ahmet Müfit 21 Mart 1918 tarihinde İç İşleri Bakanlığına yazmış olduğu yazısında bu türden davranışlarda bulunan Ata ile ilgili uygulanacak muameleye karşı gerekli emrin verilmesini istemiştir. Nitekim aynı tarihte İç İşleri Bakanlığından Kütahya Mutasarrıflığına gönderilen cevabi yazıda, hilaf-ı hakikat ihbarlar yaptığı belirtilen Ata hakkında gerekli olan kanuni takibatın yapılması istenilmiştir. Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı sürecinde ailesini kaybeden çocukların ihtiyaçlarını karşılama noktasında hassasiyet göstermiştir. Kütahya da bu hassasiyetin gösterildiği önemli şehirlerden biridir. Örneğin Kütahya Mutasarrıfı Ahmet Müfit, 6 Ağustos 1333-6 Ağustos 1917 tarihinde Hükümete göndermiş olduğu telgrafında Kütahya'da bulunan yetim çocukların sayısını vermiştir. Buna göre, Kütahya merkezde 37 erkek ve 33 kız Rum çocuğu, bir erkek ve iki kız Ermeni çocuğu; Simav'da 2 erkek ve 1 kız Rum çocuğu, 13 erkek ve sekiz kız Ermeni çocuğu; Uşak'ta iki erkek ve iki kız Rum çocuğu yetimi bulunmaktadır. Bu çocuklar Daru'l-Eytamlara yerleştirilmiş olmayıp iaşeleri de seferberlik tahsisatından 100 para verilmek suretiyle temin edilmiştir. Yetim olan çocukların Müslüman aileler tarafından da bakıldığı anlaşılmaktadır. Neticede Ermeni meselesi, Türklerle Ermenilerin meselesi değildir. Yüzyıl öncesinde olduğu gibi bugün de Türkiye üzerinde siyasi bir takım amaçları olan devlet ve hükümetlerin meselesi olup, Ermeni hadisesi de onun bir paravanıdır. Geçmiş aslında bugünden çok da farklı değildir. Tarihteki birtakım lokal olayların dışında geneli itibariyle Ermenilerle Türkler barış içerisinde yaşayan iki topluluk olmuştur. Nitekim IV. Yüzyıldan beri İstanbul'da varlığı devam eden Ermeniler, ancak Fatih'in İstanbul'u Fethiyle birlikte bu şehirde, dini lider anlamında bir patriğe ve kurumsal anlamda bir patrikhaneye sahip olmuşlardır. Evet, günümüzde İstanbul'da varlığı halen devam eden patrikhane, Fatih'in kurmuş olduğu bir dini kurumdur. Osmanlı Devleti, Ermenilerin "ruhani" diye tabir edilen dini işlerine karışmamasının yanında, sosyal ve kültürel anlamda birçok şehirde Türklerle Ermeniler birlikte yaşamışlar, alış veriş yapmışlar, kültür alışverişlerinde bulunmuşlar ve aynı şarkıyı terennüm etmişlerdir. Avrupa'nın birçok bölgesinde öteki denilen gruplara özellikle Yahudilere karşı uygulanan 'getto'lara karşılık, Osmanlı'da bu milletler farklı kompartımanları bulunan bir tren misali aynı hedefte yol almışlardır. Özellikle Osmanlı'nın son döneminde, devletin birçok kademesinde yüksek rütbeli Ermeni devlet adamları görev yaparken, Fransa, 'Dreyfus Hadisesi' ile Ortaçağdan kalma Yahudi düşmanlığının girdabına girmiştir. Rusya kendi topraklarındaki Yahudilere 'pogrom' yani onlara çeşitli dışlayıcı politikalar uygularken, Yahudiler Osmanlı'ya sığınmak zorunda kalmışlardır. Osmanlı bir taraftan Kafkaslar ve Balkanlar başta olmak üzere zulümden kaçan Müslüman muhacirlere bir yurt ararken, diğer yandan Rusya'dan gelen Yahudilere de bir sığınak olmuştur. Tıpkı 1492 yılında İspanya zulmünden kaçan Yahudilerin İstanbul'a sığınmaları gibi... Yahudilerin İspanya'dan kaçıp Osmanlı'ya sığınmalarının 400. yılı dolayısıyla Sultan II. Abdülhamit'e gönderdikleri teşekkür mektupları, Arşiv Belgeleri kadar o dönemin gazete sütunlarında kendini göstermiştir. Ancak Osmanlı Devleti savaşın zor şartları içerisinde Ermenileri tehcir etmek zorunda kalırken, onları başka bir yere değil, yine kendi topraklarındaki başka bir bölgeye gönderme politikası izlemiştir. Alınan bu tedbiri bütünüyle soykırım olarak nitelemek, tarih ve özellikle arşiv bilgisinden bihaber olmanın yanında siyasi ve yanlı bakmaktır. Elbetteki sürgün hadisesi sırasında yaşanan lokal bir takım olumsuz olaylar savunulacak şeyler değildir. Aksine bunlar ne insani ne de vicdanidir. Ancak Rusya'nın Osmanlı'nın Doğu topraklarında ilerleyişi ve oradaki birtakım Ermenilerin heyecanları sonucunda yıllarca beraberce yaşadıkları Müslüman halka yaptıkları da göz ardı edilecek hususlar değildir. Neticede Ermeniler, kendilerinden olmayan hatta bu toprakların mayasında bulunmayan bir heyecanın sonucunda mağrur olmuşlar ancak bu heyecan onları mağdur etmiştir. Aslında bu heyecan şeklen birbirine pek benzemeyen ancak arkasındaki etkin güç anlamında şu iki örnekte kendini en iyi şekilde özetleyebilir. XIX. yüzyılın başında cemaatlerini Katolikleştirdi diye patriği öldürmeye çalışan Ermenilerin bir kısmı, yüzyılın sonunda komitacı faaliyetlerine destek vermediği iddiasıyla diğer bir patriği başka bir amaçla öldürmeye çalışmışlardır. Her iki patriği öldürme teşebbüslerindeki gerekçeler farklı olsa da gölgede yansıyan, ancak Ermenilerin tam anlayamadıkları iz aynıdır. Çünkü Ermeni cemaatini Katolik ve Protestan diye ayırıp cemaatin bütünlüğünü bozanlarla, komitacıların kendi ülkelerinde sığınmalarına izin veren ve onlara yol haritası çizenler farklı unsurlar değildir. Tıpkı Kudüs'te görünürde dini gibi gözüken ancak temelinde siyasi rekabetlerin çatıştığı Batılı devletlerin amaçlarını tasvir eden Falih Rıfkı Atay'ın Zeytindağı isimli kitabında geçen şu cümlesi gibİ. Kudüs kelimesi Hıristiyanlığı hatıra getirir. Fakat ne Kudüs'te, ne de Filistin'de Hıristiyanlık diye bir mesele yoktur. Kudüs'ün Hıristiyanlığı, Ortodoks Petersburg, Protestan Berlin, Katolik Roma ve Anglikan Londra'nın politika meselesidir" denildi. (EFE) - KÜTAHYA

Kaynak: İHA

Son Dakika Yerel Grtc Küresel Araştırma Düşünce Merkezi'den Alman Meclisi'nin Ermeni İddialarına İlişkin Kararına... - Son Dakika

Sizin düşünceleriniz neler ?

    SonDakika.com'da yer alan yorumlar, kullanıcıların kişisel görüşlerini yansıtır ve sondakika.com'un editöryal politikası ile örtüşmeyebilir. Yorumların hukuki sorumluluğu tamamen yazarlarına aittir.

Advertisement