Polat Renaissance Hotel, Yeşilyurt. Bir gün sonra Galatasaray Doğa Sigorta’yla karşılaşacak olan TOFAŞ, maça 32 saat kala otele giriş yapıyor. Takım yerleşip yemeğini yedikten sonra baş antrenör Orhun Ene, lobiye geliyor.
Bir zamanlar Milli Takım’ın başında da olan Orhun Ene ilk olarak telefonunu şarja takıyor. Ardından yanımdaki koltuğa oturup bana birkaç soru yöneltiyor. Biraz basketbolun teknik kısmına dair konuştuktan sonra röportajımızın başlamasına dakikalar kala iki çay geliyor ve onlarca farklı kişi ve olayın anıldığı, işin teknik kısmına bolca değinildiği ve ülke basketbol kültürünün konuşulduğu söyleşimiz başlıyor.
İlk olarak, nasılsınız?
Gayet iyiyim. Tabii ekibimle birlikte doğal olarak sezonun getirdiği tempodan dolayı biraz yorgunum ama tatlı bir yorgunluk.
1967’de Erzurum’da doğdunuz 11 yıl sonra ise Ortaköyspor’da basketbol oynamaya başladınız. O geçiş sürecinden bahseder misiniz?
Aslında basketbolla ilk tanışmam Eczacıbaşı’yla olmuştu fakat çok zayıf ve çelimsiz olduğumdan dolayı onların diğer takımına geçmiştim. Fiziği oturmayan, çelimsiz görünen fakat ileride iyi basketbolcu olma potansiyeli taşıyan oyuncuları, o diğer takıma gönderiyorlardı. Sonrasında fiziksel olarak gelişip iyi yaptığım şeyleri korudum, bilgim arttı ve bugünlere geldim.
Babam yedek subay olarak askerliğini yapıyordu ve annem, babam askere gitmeden önce bana hamile kalmıştı. O nedenle Erzurum’da dünyaya geldim. Ben doğduktan kısa bir süre sonra İstanbul’a taşındık. Annem İstanbullu babam ise İzmirli. Ayrıca Erzurum’a birkaç kez gidebildim fakat ben kendimi daima oralı olarak görüyorum, o şehri seviyorum.
İstanbul’da oynarken aynı zamanda Galatasaray Lisesi’ni bitirdiniz. Daha sonra yanılmıyorsam ekonomi bölümü okuyordunuz fakat basketbol kariyeriniz nedeniyle eğitiminizi yarıda bıraktınız. Eğer basketbola devam etmeseydiniz hangi alanda çalışmak isterdiniz?
Gençliğimde yeni bilgiler öğrenmeyi seviyordum bu yüzden eğitimime her zaman önem verdim. Lisenin ardından İstanbul Üniversitesi’nin İngilizce İktisat Bölümü’nü kazandım. Bölümün yanılmıyorsam birinci veya ikinci senesiydi, oranın ilk öğrencilerinden biriydim. Üniversite dönemimde hem A Milli Takım’a seçilmiştim hem de Eczacıbaşı’ndan ayrılıp bir üst seviye kulüple imzalamıştım. Yani kariyerim giderek seviye atlıyordu. Okul ve basketbolu üçüncü sınıfa kadar beraber götürebildim fakat o sene bir tercih yapmak zorundaydım. Çünkü bizim dönemimizde devam zorunluluğu vardı, devamlılık konusundaki kurallar bugünkü kadar esnek değildi. Hem sporcu hem de öğrenci olmak zordu. Bu nedenle basketboldaki konumumu göz önüne alarak üzülerek de olsa eğitimimi tamamlayamadım.
Basketbolla uğraşmasaydım bence ekonomi alanında üst düzey bir yönetici olabilirdim. Finansla uğraşan insanlar aynı zaman diliminde birden fazla önemli konuyu idame ettirmek zorundalar. Bence bu, benim şu an yaptığım işe benziyor. Sonuçta biz de her sene insan yönetimine önem verip hem maddi hem de manevi bir denge yaratmaya çalışıyoruz. Planlar, sezonlar, oyuncular, ekip… Tabii bugün baktığım zaman yaptığım işi çok seviyorum.
1987 Akdeniz Oyunları’nda Milli Takım’la altın madalya kazandınız. O turnuvaya dair neler söylemek istersiniz?
Açıkçası bugünlerde Akdeniz Oyunları, basketboldaki büyük turnuvalar dendiğinde belki de ilk 10 arasına bile girmeyebilir. Çünkü hem kulüp hem de Milli Takım bazında iyi şeyler yapıyoruz. Ama o zamanlar Akdeniz Oyunları bizim için çok değerliydi. Çünkü kulüplerimiz Avrupa’da başarılı değildi. Ayrıca Milli Takım’ın turnuvalardaki dereceleri de pek iyi değildi. Bu nedenle Akdeniz Oyunları’nda başarı kazanmak bize mutluluk veriyordu.
O turnuvada Efe (Aydan) Abi gibi çok tecrübeli isimlerin yanı sıra ben ve benim gibi birçok genç oyuncu da vardı. Yani jenerasyonları harmanlayıp başarı kazanmak istiyorduk. Rakiplerimizin kadroları ise uluslararası düzeyde kendisini kanıtlayan oyunculardan oluşuyordu. Onları yenip en sonunda kupaya ulaşarak ülke basketbolunda bir pencere daha açmıştık.
15 Eylül 1995’te siz Ülkerspor’dayken Magic Johnson’ın başını çektiği NBA Veteran Yıldız Takımı’yla karşılaşmıştınız. O maçta neler hissetmiştiniz?
Magic Johnson bence basketbol tarihinin en önemli figürlerinden biri. Ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrendiğimizde çok üzülmüştük. Tabii sonrasında hastalığı atlayıp ülkemize gelmesine sevindik. Çünkü o dönemlerde Magic Johnson, Michael Jordan ve Larry Bird gibi isimlerle bir arada olup basketbol oynamayı hayal bile edemezdik. Hidayet Türkoğlu’nun jenerasyonuyla birlikte NBA’e gitmeye başladık.
Maçtan önce aramızda bunun bir gösteri maçı olduğunu ve maçın keyfini çıkarmamız gerektiğini düşünüyorduk. Tabii günümüzdeki sulandırılmış All- Star maçları gibi sermeyi düşünmüyorduk ama hem Magic’in hastalığı yeni atlatması hem de adı üstünde bunun bir gösteri maçı olması nedeniyle biraz daha rahat oynarız diyorduk. Fakat ilk dakikadan itibaren kıran kırana geçen bir maç oldu. Onlar bu maçı çok fazla ciddiye alınca biz de karşılık verdik. Ligimizin yavaş temposunun aksine hızlı oynayabildiğimizi görünce büyük keyif aldık. Ben, Serdar Apaydın, Harun Erdenay ve daha birçok takım arkadaşımın performanslarını göstermesi açısından değerli bir gündü.
Oyunculuk döneminizde en çok övülen şeylerden biri şut mekanizmanızdı. Kararlı, hızlı ve doğru açılı bir mekanizmanız vardı. Bunun üzerinde özel olarak çalışıyor muydunuz? Yoksa basketbola ilk başladığınız dönemden beri süregelen bir şey miydi? Bir de oyuncularınıza bu konularda özel tavsiyeler veriyor musunuz?
Esasında kariyerimin başlarında çok iyi bir şutör değildim. Fakat 22-23 yaşıma geldiğimde fiziğim güçlenip vücut yapım oturunca işler iyiye gitmeye başladı. A Takım’daki ilk antrenörüm olan ve eskiden oyun kurucu olarak oynayan Mehmet Baturalp, her antrenmanda bize ayak oyunları üzerine önemli şeyler söylerdi. Teknik kısmı fundamental kısmıyla birleştirip bizi daha iyi bir oyuncu yapmaya çalışırdı. Günümüzde “pull up” olarak tabir edilen “stop jump shot” tarzı şutlar üzerinde çalışıyorduk çünkü bizi içeride savunan uzun ve fizikli pivotlara karşı potaya gitmeden sayı üretmemiz bu şekilde kolaylaşıyordu.
Bunları bir oyuncuya öğretmek kolay değil. Çünkü herkesin ideal şut tekniği, fiziğine göre farklı. Yani genel geçer yargıya göre yanlış olan bir şut stili herhangi bir oyuncunun fiziksel özelliklerinden dolayı üst düzey verim sağlayabilir. Bazen doğruyu yaptırmaya çalışmak verimi düşürebilir. Tabii ideal bir şutun belirli özellikleri var; şut açısı, zıplama anı, zamanlama, ivme gibi teknik detaylar var.
Bence dünya basketbolu her geçen maç biraz daha değişiyor. Mesela demin bahsettiğim pull up şutları biraz daha gölgede kalmaya başladı ve onun yerine “floater” denen turnike benzeri atışlar kullanılıyor. Çünkü bu şut türünün daha verimli olduğu tespit edildi. Kısacası herhangi bir şut tekniğini öğretmek ve onu uygulamak fundamental bakımından çok zor. Sürekli olarak değişim değişim…
Tam bu noktada; orta mesafeli şutların geçmişe oranla azaldığını ve nokta şutörlerin, üçlüklerin çok daha fazla önem kazandığını görüyoruz. Kimilerine göre orta mesafeli şutların değeri neredeyse sıfıra kadar indi. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
İlk olarak, bence NBA’i bunun dışında tutmak lazım. Zira oradaki kurallar Avrupa’ya göre çok daha farklı. Özellikle hücum oyuncularına tanınan esneklik, üç saniye koridorundaki adımlama konusu, top taşıma gibi birçok konuda farklı uygulamalar var. Ayrıca savunmadan ziyade tamamen hücuma odaklı bir sezon kurgusu yapılıyor. Yani sayı yememekten ziyade sayı atmaya bağlı bir felsefe söz konusu. Bu nedenle doğal olarak değeri en fazla olan üç sayılık şutlar önem kazandı ve orta mesafe geriledi.
Avrupa’da ise bu şutların hâlâ çok değerli olduğunu düşünüyorum. Çünkü burada boyalı alana penetre ettiğiniz zaman karşınızdaki uzunu ekarte edebilmeniz için orta mesafe tehdidinizin olması gerekiyor. O şut repertuvarına hâkim olmalısınız.
İlerisi için farklı şeyler konuşabiliriz. Mesela NBA’de Houston Rockets’ın üçlükleri ve floater tarzı turnikeleri çok fazla kullanıp başarılı hücum reytingi elde etmeleri diğer takımlara referans oldu. Ama bu referansa uygun olmayan kadrolar hüsrana uğradı. Dünya basketbolu Rockets gibi olmaya çalışırsa sağlıksız sonuçlar alınabilir. Tabii daha farklı bir sisteme, mesela iki uzunun olduğu ilk beşlerde üçlük tehdidine geçilirse Avrupa’da da orta mesafenin değer kaybettiği görülebilir.
Houston Rockets’tan bahsetmişken, geçtiğimiz günlerde NBA’de takasın son gününde ellerindeki iki pivot oyuncusundan birini bir forvet karşılığında takasladılar. Ertesi günlerde Anthony Davis ve LeBron James’in başını çektiği Los Angeles Lakers’a karşı galip gelirlerken boyalı alandaki uzun tehditleri neredeyse sıfırdı. Birçok kişi bu galibiyeti pace&space’in bir üst versiyonu olarak yorumladı. Bir antrenör olarak bu konudaki görüşlerinizi merak ediyorum.
Bence pace&space olabilecek en iyi duruma geldi. NBA’deki farklı saha ölçüleri gereği beş oyuncunun rahatlıkla forvetlerde, diplerde ve tepede olup şut attığı beşler görebiliyoruz. Tabii bunu Avrupa’da uygulamak yine sağlıklı bir sonuç getirmeyebilir. Mesela NCAA’den NBA’e geçen çaylak oyuncular bile ligdeki ilk yıllarında hem saha ölçüsü hem de kurallar bakımından zorluk yaşıyorlar.
Pace&space’e geri dönecek olursak, Rockets’ın o maçta yaptıkları özeldi. Bireysel performans üzerinden harika iş çıkardılar. Aynı şeyi beş sezon boyunca sürdürüp NBA yüzükleri kazanan Golden State Warriors’ta da görmüştük. Steph Curry, Draymond Green ve Klay Thompson’ın sabit kaldığı ilk beşe Andre Iguodala, Harrison Barnes, Kevin Durant gibi isimler eklenip atletizmin biraz daha ikinci planda kaldığı ve pace&space temelli yüksek tempolu oyun sisteminin benimsendiğine şahit olmuştuk. Ama ben Davis&James ikilisi gibi fizikli, güçlü ve atlet uzunlar ile forvetlere sahip olan takımların günümüz basketbolunda çok daha avantajlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü pace&space’in temelinde tempo ve ezici üstünlük var. Ve oyunun giderek tempo kazandığı düşünüldüğünde; atlet, fizikli ve yetenekli forvetlere sahip olan takımlar fark yaratabilirler. Tabii yanlarında ortalama seviye şutörler olması lazım.
NBA’e dair son olarak, sizce bu sezonun en güçlü şampiyonluk adayı kim?
Açıkçası bu soruya cevap vermek zor. Play-off serisindeki basit bir sakatlık veya hiç beklenmedik bir oyuncunun harika maçlara imza atması sürpriz sonuçlar yaşanmasını sağlayabilir. Ama genel olarak baktığımda Anthony Davis ve LeBron James ikilisinin üstünlüğü göz kamaştırıcı. Dolayısıyla play-off serisinde Los Angeles Lakers’ı durdurmak çok zor olabilir. Tabii dediğim gibi sakatlıklar, sürprizler işleri değiştirebilir.
Ve antrenörlük. Baş antrenör olmaya nasıl karar verdiniz?
Oyunculuk kariyerime bir iki sezon ara verip 2000’lerde tekrar parkeye dönmüştüm. Sonrasında kesin emekliliğime yaklaştığımı anlayınca antrenör olmak istiyordum. Çünkü bir oyun kurucu ve bazen kaptan olarak hem antrenörlerinizle hem de takımınızdaki yöneticilerle teknik ve duygusal açıdan sıkı bir bağ kuruyorsunuz. Onların bakış açılarını görüyorsunuz.
Bizim mesleğimizde oyunculuğu bıraktıktan sonra basketboldan ayrılmak pek kolay bir şey değil. Formayı çıkardıktan sonra takım elbiselerle kenarda antrenör veya saha dışında bir yönetici olarak görev almak istiyorsunuz. Antrenörlerimden çok etkilendiğim ve oyunun teknik kısmına hayran kaldığım için bu yolu seçtim. Ve yaptığım işten hâlâ çok büyük keyif alıyorum. Tabii oyunculukta da antrenörlükte de temelde yer alan faktör basketbol felsefeniz. Bana göre bu oyun çok hızlı akan bir nehir ve eğer siz, bir yere tutunup kalırsanız veya kıyıya çıkarsanız o akıntının getirdiklerinden faydalanamazsınız. Böylece kariyerinizde gelişemezsiniz.
Peki, antrenörlüğe karar verdikten sonra sizin bu alanda ilk adımları atmanızı sağlayan kişiler kimlerdi?
Eskiden genç takımlarda oynarken antrenörüm olan rahmetli Altimur Tülmen, emekliliğime iki sezon kala beni antrenörlük yapmam için cesaretlendirdi. İyi bir antrenör olabileceğimi fakat bu işte tepeden başlamamam gerektiğini söyledi. Çünkü oyuna bakışımın oturmasını ve kendi felsefemi oluşturmamı istiyordu.
Bir gün Yalçın Granit’ten Galatarasay’da baş antrenörlük yapmam için teklif geldi. Hemen Şişli’deki ofisine gidip kendisiyle görüştüm. Ona iyi bir oyunculuk kariyerim olsa da üst düzey bir A takımda antrenörlük yapabilecek seviyede olmadığımı ama ileride her şey yolunda giderse yollarımızın kesişmesinden mutluluk duyacağımı söyledim. O da bunu doğru bulup beni tebrik etti.
Oyunculuğu bıraktıktan dört yıl sonra bu sefer baş antrenör olarak parkede yer aldığınızda oyuna bakışınız nasıldı?
Antrenörlüğe geçtiğim zaman bir dönem o oyunculuk ateşini hissediyordum. Aranızda 10 yaş fark olsa da oynadığınız bütün oyuncularla sonsuza dek rakip olacağınızı, onların eksikliklerini görüp mağlup edeceğinizi ve her şeyin mantıklı bir yolda ilerleyeceğini düşünüyorsunuz. Fakat antrenörlük için bu yaklaşım fazlasıyla yanlış.
O dönemler Tanjevic, “Artık oyunculuk kariyerin bitti. Şu an antrenörsün. Elindeki malzeme bu. Bu malzemeyle en iyisini yapmak senin elinde. Bana bunu nasıl kullanacağını anlat, ona göre bir yol haritası çiz” uyarılarını yapıyordu. Yani oyunculuk sensörlerimi kapatmamı söylüyordu. Tabii ilk başlarda bunda zorlandım fakat hem onun desteği hem de benim olgunlaşmam sayesinde bunu törpülemeyi başardım.
Milli Takım, Banvit, Darüşşafaka derken 2015’ten beri TOFAŞ’ı çalıştırıyorsunuz. Bursa’daki basketbol kültüründen bahseder misiniz?
Açıkçası burada bize olan destekten mutluluk duyuyorum. Maçlarımızı hem yerinden hem de televizyondan takip eden çoğu insan basketbolu biliyor, bu ülke spor kültürü bakımından çok değerli bir şey. Tabii bazen yaptığımız işe, tek bir takım görevlimizin bile gösterdiği onca çabaya saygı duyulmadığı zamanlar da oluyor.
Geçmişte birçok müessese takımında oynayan biri olarak bu durumu şöyle yorumlayabilirim: Bence ülkedeki spor kültürüne camialar hâkim. Onların başarıları ve başarısızlıkları sporun gidişatına yön veriyor. Fakat camiaların kendi arasındaki sert rekabetinden dolayı toksik bir ortam oluşuyor. İşte bu noktada müessese takımları kahvedeki krema gibi yumuşatıcı bir etki yaratıyor. Oyunun güzelliğini ortaya çıkarıyor. Ve fanatizmden uzak, sadece sporun doğrularını ve güzelliğini öğrenmek isteyen takımlara bir alternatif oluyor.
Bu noktada TOFAŞ başta olmak üzere yaratılan kültürden mutluyum. Mesela biz ve Bursaspor, Bursa şehrinin bir spor kültürü yaratması adına iyi şeyler yapıyoruz. Bundan birkaç sene öncesine dönüp baktığımız zaman 300-400 kişinin geldiği maçlarda şu an bütün salon doluyor. Tabii bazen bütçelerdeki dengesizliğe serzeniş etmemek elde değil. Fakat biz elimizden gelenin en iyisini yapıp bir kültür yaratmaya ve bunu sürdürülebilir kılmaya odaklanmış durumdayız.
Sammy Mejia, Vasilije Micic, Kenny Kadji, Pierre Henry gibi birçok oyuncu sizin tedrisatınız altında seviye atladı. Bu tarz yıldızları, takımın kolektif yapısıyla birleştirirken nelere dikkat ediyorsunuz?
Aslında bazı oyuncular siz hiçbir şey demeden takımın bir parçası oluyorlar. Siz onlara sadece yardımcı oluyorsunuz. Mesela Mejia, Banvit’e gelirken durum böyleydi. Bize gelmeden önce CSKA Moskova’daydı ve çok fazla süre almıyordu. Fakat bir takımın tün sorumluluğunu alıp galibiyetler elde etmek istiyordu. CSKA’dan önce Erman (Kunter) Abi’nin çalıştırdığı Cholet’de oynuyordu. Ondan bilgileri aldıktan sonra Mejia’yla konuşmaya karar verdim. Bana planlarımı, oyuna bakışımı sordu. Ben de ona aklındakilerini sordum. Ardından para konusundaki ufak pürüzleri çözdük ve takımımıza dâhil oldu. Keza Mejia gibi Micic de aynı şekilde kendi üst düzey yeteneklerini kolektif yapıya uydurmayı başarmıştı. Bayern Münih’te istediği gibi bir sezon geçirememişti ve yeniden çıkış yakalamak için antrenman salonundan çıkmıyordu.
Tabii bazı oyuncular eski takımlarındaki yaşadıklarından ve basketbol felsefelerinden dolayı yapıyla uyuşmayabiliyor. Ama bu gayet doğal. Bir sezon sonra veya sezon içerisinde onlara olan ilginiz, onların verdikleri dönüşler bir olup işi çözüyor. Saygı duygusu kazanıldığında her şey yoluna giriyor. En azından benim için bu böyle oldu.
Şu an Muhaymin Mustafa ve Batın Tuna gibi iki değerli yerli genç oyuncu takımınızda bulunuyor. Bu oyuncuların gelişimlerinden bahseder misiniz?
Batın’ın fiziksel olarak gelişmesi gerekiyor. Bu konuda önünde çok yol var. Fakat hem kendi yaşıtları arasında hem de üst jenerasyonlarda sergilediği performansla fark yaratıp kalitesini, kumaşını gösterdi. Bence o çok iyi bir oyuncu olacak. İnanılmaz derecede disiplinli, mental gücü yüksek, oyun bilgisi etkileyici ve genel repertuvar bakımından ideal.
Muhaymin de tıpkı Batın gibi iyi bir oyuncu olabilir. Takımımıza iki sene önce katılmıştı. İlk geldiği zaman önünde, uzun süreler boyunca bize emek veren ve o dönem iyi performans sergileyen isimler vardı. Bu sezon ise biraz daha fazla süre almaya başladı. Bizi etkilediği maçların yanı sıra hayal kırıklığına uğradığımız maçlar da oluyor. Çalışkan, istekli ve kendi pozisyonunda fark yaratabilir fakat sabretme konusunda öğrenmesi gereken şeyler var. Tabii NBA’de dâhil, onun yaşında olan çoğu oyuncu, antrenmanların kıymetini kavramakta zorlanıyor. Maçta aldıkları dört beş dakikayı küçümsüyor. Bana göre bu yanlış. Çünkü bir oyuncuyu çok oynatıp potansiyelinin düşmesinden ziyade az sürelerde neler yapabildiğini göstermek daha önemli. Az ama öz olmalı.
En sevdiğiniz hücum ve savunma taktikleri hangileri? Perde oyunları ve adam adama gibi klasik sistemlerin dışında Chin Line, Diamond, Amoeba gibi detaylar da olabilir.
İşin teknik kısmına büyük bir hayranlık duyup yeni şeyler öğrenmeyi sevmekle birlikte bu konuda bir favorim yok. Yani savunmada rakibi durdurup hücumda sayı ürettiğimiz her oyunu seviyorum. (Gülerek.)
Peki Tex Winter, Phil Jackson gibi baş antrenörlerin hücum setleri ve Villanova’nın meşhur savunma düzeninden etkilendiğiniz, onları takımlarınızda kullanmaya çalıştığınız oluyor mu?
Bahsettiğin şeyler basketbol tarihinin bence yapıtaşları arasında yer alıyor. Tabii ki onlardan etkilenip uygulamaya çalışıyorum fakat NBA’de bile bundan %100 verim almak kolay değil. Çünkü Phil Jackson’ın üçgen hücumu Shaq O’Neal ve Kobe Bryant gibi isimlerin bireysel yetenekleri sayesinde çok özel bir hâle geldi. Keza bu dediklerim Tex Winter’ın hücum anlayışı, Gregg Popovich’in sistemi ve buna benzer daha birçok teknik detay için de geçerli.
Saha dışındaki hayatınızda neler yapmaktan hoşlanıyorsunuz?
Açıkçası saha dışında bir hayat inşa etmek zor oluyor. Çünkü hem Avrupa hem de lig temposunda sürekli olarak dinamik kalmaya, o nehirde kıyıya çıkmayıp akıntının getirdiklerine uyum sağlamaya ve kazanmaya çalışıyorum. Takımımla birlikte daha iyi yerlere gelmeye gayret ediyorum. Tabii bazı dönemler kısa da olsa basketbolla ilişkimi kesip aileme zaman ayırmaktan hoşlanıyorum. Emekli olduktan sonra ilginç hobiler edinebilirim gibi.
Sizi en çok etkileyen bir kitap veya film oldu mu?
Okumayı ve yeni şeyler öğrenmeyi çok sevdiğim için birçok şeyden etkilendim. Küçükken genelde futbol oynuyordum ve basketbolun saha dışı görünümüne dair bilgim yoktu. O dönemler Beyaz Gölge’nin yayınlanması ve sonrasında basketbola dair filmlerin yapılmasıyla oyuna bakışım değişti. Soyunma odası, saha içi ilişkileri ve antrenörler hakkında ilginç şeyler öğreniyordum.
Zorlukların üstesinden gelip başarı kazanan insanların hayat hikâyelerini okumayı ve izlemeyi seviyorum. Ama bu konuda beni en çok etkileyen şey Timothy Gallwey’in The Inner Game of Tennis kitabıydı. Kitapta bir üniversitede tenis oynayıp aynı zamanda felsefe bölümünü dereceyle bitiren öğrencinin mezun olduktan sonra tenis antrenörü olup oyuna kattığı derinlik ve bıraktığı izler anlatılıyor. Ondan çok etkilenmiştim.
Son olarak, kariyeriniz boyunca en çok çalıştırmak istediğiniz beş oyuncu hangileri?
Michael Jordan, Larry Bird… Bu konuda söylemek istediğim oyuncular hem Avrupa’dan hem de NBA’den çok fazla. Bu nedenle farklı bir cevap verebilirim. TOFAŞ’la birlikte 2. Lig’de mücadele ederken kadromuzda Mejia, Barış (Ermiş) ve Kaya (Peker) gibi birçok yıldız oyuncu vardı. Ligin genel kalitesine göre çok daha iyi bir kadroya sahiptik. Her maçı zevkle izliyor ve oyuncularıma yardım ediyordum.
Son Dakika › Spor › Orhun Ene ile oyunculuk geçmişi, NBA ile Avrupa basketbolu ve ülkemizdeki basketbol kültürüne dair - Son Dakika
Masaüstü bildirimlerimize izin vererek en son haberleri, analizleri ve derinlemesine içerikleri hemen öğrenin.
Sizin düşünceleriniz neler ?