Davis Kupası
Format değişti, olurdu olmazdı derken yeni Davis Kupası’nın ilki geride kaldı bile. Sonuçla ilgili değerlendirme yapmadan önce ilk edisyon beklentilere cevap verdi mi konusuna biraz değinmek istiyorum.
Tabii buna cevap vermek için ilk evvela beklentiler neydi, onu netleştirmek gerekiyor. Herkesin farklı beklentileri elbette olacaktır ama benim ilgilendiğim, sanırım en çok da önem arz eden mesele, ortaya çıkacak ürünün eski Davis Kupası’ndan daha başarılı olup olmayacağı. Tenisin en büyük geleneklerinden biri şayet yıkılıp yeniden yapıldıysa, bunun ürkütülen kurbağaya değmesi lazım. Eski Davis Kupası, spor ajandasının ilk sırasına tenisi yazanlar için adeta bir külttü. Ama “casual” denenler için takip etmesi ve bağ kurması son derece zor bir paradigma sunuyordu. Eskiden spor ekonomisinde bir organizasyonun başarısı, ilgili sporun kemik izleyicisinin ne denli büyük olduğuyla ölçülürdü. Günümüzde ise asla değişmeyecek bu ilkiyle beraber ikinci bir parametre daha kullanıma girdi; o spor/turnuva, casual izleyiciyi ne derece kendi alanına çekebiliyor? Basketbolla zerre ilgisi olmayan biri, mesela bizim Ozan Sülüm açıp NBA Finalleri’ni izler mi? İzler. Ya da Amerikan Futbolu ile selamı sabahı hiç olmamış ben, Superbowl oldu mu paşa paşa izlemiyor muyum? İzliyorum. “ Fitbol mu, ay çok banel” diyenler Dünya Kupası’nda “Haydi Arjantin!” tweetleri atmıyor mu, şelale gibi atıyor. İşte mantık bu. Davis Kupası, erkek tenisinde son 15 yıldaki büyümeyi, milli maç olgusu ekseninde çok daha iyi kullanarak yukarıda atıf yaptığım etkiye benzer bir şeyi yakalayabileceğini düşündü. Davis Kupası dediysem; bunu düşünen, kupanın haklarını alan müteşebbis Gerard Pique ve Cosmos şirketi elbette.
Havayı kokladığımda şu an için hissettiğim, fena bir başlangıç olmadığı. Çünkü Davis Kupası’nın format değişikliği onaylandığı zaman; bu işin içindeki çoğu eski tenisçi, gazeteci, antrenör gibi etkili abiler bayağı yaygara yapmışlardı hatırlarsanız. Şimdiyse, bilhassa çiftler maçının daha belirleyici olması ve dinamizm olumlu puan almış görünüyor. Eski sistemde eşleşmeler beş maç üzerindendi. Dört tekler ve bir çiftler maçı oluyordu. Artık üç maç var ve çiftler, süs olmaktan çıkmış durumda. Bu da daha fazla yıldız oyuncunun çift oynamasını ve eğlencenin artmasını beraberinde getirecektir uzun vadede. Bir de doğal olarak Cabal-Farah ya da Krawietz-Mies gibi çiftler emekçilerinin ülkelerindeki değerlerine katkı yapacaktır.
Bazı maçların çok geç bitmesi, dünyanın her yerinden seyirci getirmenin çok zor olması gibi sıkıntılar söz konusu. TV yayınları da hâliyle daha çok az ülkede tam olarak oturmuş durumda. Ama bunlar aşılmayacak şeyler değil. Son tahlilde, yeni Davis Kupası’nın kapıdan sağ ayakla girdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bunda ev sahibin şampiyon olmasının da hatırı sayılır payı var muhakkak.
Eveeet, ev sahibinin şampiyonluğu diyerek geldik ana mevzuya. Rafael Nadal’ın sırtladığı İspanya, Madrid’de kupayı aldı ve tarihinde beşinci kez Davis kazandı. Ya da onların deyişleriyle “Ensaladera”. (Salata Kasesi, kupanın şekline isitinaden öyle deniyor.)
Ortaya bir salata çıktıysa hakikaten Rafael Nadal şefin görgüsü, bilgisi, el lezzeti çok hissedildi. Zaten başka ne olacaktı ki? Nadal sırasıyla Karen Khachanov’u, Borna Gojo’yu, Diego Schwartzman’ı, Dan Evans’ı yendi. Çiftlerde de üç maçta yer aldı ve hepsinde galibiyetle korttan ayrıldı. Kapanışı yapmak ona yakışırdı. O da en sonda, yani Kanada ile oynadıkları finaldeki ikinci tekler maçında Denis Shapovalov’u devirerek salataya son dokunuşu yaptı, hem de adeta nar ekşisiyle.
Burada bir parantez de Roberto Bautista Agut’a açmamız şart. Hafta içinde babası Joaquin’in sağlığının bir anda bozulduğu haberi ulaştı önce. Daha sonra da vefat gerçekleşti. Babasının yasını tutan oyuncu, takımdan çekilmeme kararı aldı ve sadece üç gün sonra gelip finalde Felix Auger Aliassime’a karşı kritik bir galibiyet almayı başardı. Ne denir ki? Geçen sene de tam Roland Garros öncesi annesini kaybetmişti Roberto. Kelimeler kifayetsiz kalıyor gerçekten. İspanya takımı da zaferi kendisine adadı.
The Greatest Match
Normalde burada gösteri maçlarını yazmak gibi bir niyetim yok. Bunun için çok ekstra şeyler olması gerekiyor. Ama bu hafta yazıyorum çünkü işte o ekstra şeyler oldu. Hem de ne ekstra...
Bildiğiniz üzere Roger Federer, ölü sezonda Latin Amerika’da bir dizi özel maç yapacağını zaten çok önceden duyurmuştu. Planlanan en önemli maç da Meksika’da olacaktı ve seyirci rekoru hedefleniyordu. İşte o planlar tam olarak tuttu ve Federer ile ona yarenlik eden (ballı) Alexander Zverev, Plaza de Toros stadyumunda 42.517 kişinin önünde tarihin en çok bilet satılan tenis maçını oynadılar. Federer’e tüm Latin Amerika turunda inanılmaz bir sevgi seli aktı. O sevgi seli, Meksika’da bambaşka bir boyuta ulaştı ki ben ömrü hayatımda öyle şey görmedim. Daha önce de çeşitli mecralarda dile getirdim, bu konuda da gayet ciddiyim. Federer tenisi bıraktıktan sonra koç falan olmasın. Ne yapacak koç olup? Gitsin Birleşmiş Milletler’e Genel Sekreter olsun. Kofi Annan’dan Ban Ki Moon’dan falan çok daha iyi yapar bu işi. Bütün dünyada bu kadar sevilen ve saygı gören biri, siyaset üstü bir pozisyonda dünyanın sorunları için çalışmalı.
Haftanın Sözü
"Duygu yüklüyüz. Bu zafer şu anda çok zor zamanlar geçiren Roberto (Bautista Agut) ve onun yakınlarına armağan olsun.” - RAFAEL NADAL
Magazin
Tenisin en gözde çiftlerinden Dominic Thiem ve Kristina Mladenovic ayrılmış. Kiki, Londra’daki ATP Finalleri’nde yoktu ama Fed Kupası zaferi sonrası yorgundur falan demiştik. Ama orada Thiem’in babası ağzından bazı şeyler kaçırmış, ikilinin son zamanlarda beraber çok vakit geçirmediğini söylemişti gazetecilere.
2017’de, Madrid’de beraber yapılan bir maç ısınması sonrası başlamıştı bu aşk. Acaba Domi, Caner oldu mu? Merak ediyorum.
Son Dakika › Spor › Müteannis #4 - Son Dakika
Masaüstü bildirimlerimize izin vererek en son haberleri, analizleri ve derinlemesine içerikleri hemen öğrenin.
Sizin düşünceleriniz neler ?