* ”Facing Michael Jordan” adlı kitap, basketbolla ilgili olan birçok insanın Michael Jordan’la olan anılarını kaleme almasıyla yayımlanmıştır. Bu anı, kitabın editörlerinden Kent McDill’in izniyle birinci basımdaki hâlinden çevrilmiştir.
1984’te Sweet 16 sırasında bu maçı (Indiana-North Carolina) kazanmamızın neden zor olduğunu anlatmam zor. Ve Michael’ı savunurken neler yaşadığımı aktarmam da... Ancak şöyle başlayabilirim: Maçtan sonra onu durdurduğumdan emindim. Bunu tabii ki basit bir maç olarak görmüyordum fakat sonuç olarak bir kupa kazanmamıştık. Büyütülecek bir şey yoktu. Maçtan sonra otele döndüğümde çevremdeki herkes beni övüyordu. Herkes MJ’i en iyi durduran isim olduğumdan bahsediyordu. Umarım bunu hepiniz izleyebilmişsinizdir. Çünkü şimdi, o hikâyeyi anlatma zamanı.
O maçın oynanacağı hafta boyunca hastaydım ve neredeyse her saat başı kusuyordum. Ama oynamak istiyordum, hastalığımı bahane etmemeliydim ve Koç Knight dâhil takımdaki kimseye hasta olduğumdan bahsetmedim. Çünkü onlar oynamama izin vermezlerdi. Benim yerime başkasını sahaya sürerlerdi ama bu fırsatı kaçıramazdım. Maç öncesinde sürekli olarak kafamı boşaltmaya çalışıyordum, ansiklopedi okuyordum ve hastalığımı gizlemeye çalışıyordum. Kesinlikle buna hazırdım.
Maç Atlanta’daydı ve Perşembe gecesi (22 Mart 1984) oynanacaktı. Maç akşam yedideydi. Bütün planımız kusursuz gibi görünüyordu. 15:30’da öğlen yemeği yedikten sonra soyunma odasına atıştırmalık alacaktık. Ardından Koç Knight yanımıza gelip oyun planımızı anlatacaktı. Neyse ki bir sorun çıkmadı. Bütün planlarımızı konuştuk. Perde setleri, izolasyonlar, topsuz katlar… En sonunda ilk beş ve rotasyondan bahsediyorduk. Steve Alford ve Uwe Blab’ın yeri garantiydi. Ama onun dışındaki üç oyuncu için ben dâhil birçok kişi öne çıkıyordu. Çünkü sezon boyunca iki üç kişi hariç hepimiz görev adamı olduk. Herkes birçok işi yapabiliyordu.
Koç Knight bize savunacağımız isimleri söyledi. Bizden geriye bir tek ben kalmıştım. UNC’den ise Michael Jordan boştaydı. Koç Knight bana döndü ve, “Dakich, Jordan’ı alıyorsun.” dedi. Ama bunu söylerken sanki dünyada son istediği şey buymuş gibiydi. Onlarca yıldızın oynadığı ve sayısız başarılara imza atan Indiana, o gece North Carolina’ya karşı oynayacaktı. Ve tabii ki Michael Jordan’a... Ve o beni Jordan’ın savunmasına verdi. Tiksintiyle birlikte söyledikleri kafamdan çıkmıyordu: “Dakich, Jordan’ı alıyorsun.”
Orada olduysanız muhtemelen oyunun her alanını biliyorsunuzdur, bu sadece birini savunmakla alakalı değil. Uzunlar ya da kısalar, önemli olan savunduğunuz kişinin özelliği değil. Sadece onu durdurmanız lazım ve bunu bilmelisiniz. Bunu düşünerek hazırlandım.
Asistan koçumuz bize derin analizler eşliğinde onu nasıl savunabileceğimi gösteriyordu. Ama ne kadar derin olursa olsun Jordan’ın oyun karakterini asla anlayamayacağımızdan emindim. Koç Knight, o maça özel asla ama asla yapmamam gereken üç şey söyledi: Onu post bölgesine indirme, ona hücum ribaundu verme ve onun topsuz katlarını boş yapmasını engelle. Ardından, “Eğer bu üç şeyi uygularsan k*çına tekmeyi basarsın.” demişti. İlk düşünüşte, “Tamam, bunu yapabilirim.” diyordum.
Maç önü yemeğimizde spagetti, hamburger, çırpılmış yumurta ve dondurma vardı. Ve hatırlayamadığın benzer birkaç şey daha. Çok aptaldım. Çünkü eğer her şeyden yersem kendimi daha iyi hissedebilirim diye düşünüyordum. Hepsini yedim. İşte, aptallık.
Yemekten sonra odama gitmek için asansöre bindim. Ardından odamın kapısına birkaç adım kala sanki küçük bir labirent içinde sıkıştığımı hissediyordum. Bunun nedeni köpek gibi hasta olmam ve çok yemek yememdi. Yine kustum.
Atlanta, Omni’ye vardığımızda inanılmaz bir atmosfer vardı. Ülkenin en iyi iki koleji, Indiana ve UNC karşılaşıyordu. Her yerde taraftarlar vardı. Yığınlar oluşmuştu. Ayrıca birçok NBA oyuncusu gelmişti. Sadece Jordan için değil, hepimiz için büyük bir destek vardı.
Maçtan önce takımdakilerle ilginç bir makale okumuştuk. Yazıda Carolina’nın NCAA basketbol tarihinin en iyi takımı olduğundan bahsediliyordu. Ve bunu birçok aptal söylemle destekliyordu. Hiç de bile! Koç Knight bizdeydi. Biz Indiana’ydık. Daha önceden onları birçok kez yenmiştik. Harika bir programdık. Evet, o zaman UNC sıralamada bir numaradaydı fakat Indiana’nın bu tarz rekabetlerdeki galibiyetleri meşhurdu.
Ve Koç Knight bizim kazanabileceğimizi umduğunu söylüyordu.
Bu maça gelmek için cumartesi günü Richmond’ı yendik. Sonrasında şehrimize uçtuk ve ertesi gün UNC maçının hazırlıkları için ilk toplantımızı yaptık. Koç Knight, uçakta bile konuşmamıştı. Anlayacağınız uzun bir süre suskundu, en azından bize karşı. Toplantıya girdiğinde bize ilk söylediği şey, “Tamam, onları yeneceğiz. North Carolina’nın k*çına tekmeyi basacağız. Eğer onlara tekmeyi basamayacağımızı düşünen varsa bu odadan derhal ayrılsın. Koçlar ve yöneticiler dâhil eğer onları yenemeyeceğimize, k*çlarına tekmeyi basamayacağımıza inanan biri varsa bu odayı terk etsin.” oldu. Açıkçası bunu ilk başta ciddiye almamıştım ama sonrasında inandım. Carolina’yı yenebilirdik. Ve Koç Knight’ın o konuşmasından esinlenerek oyunculuk kariyerim sonrasında baş antrenör olmaya karar verdim. Neyse, konumuz bu değil.
Sonunda... Maç başladı. İlk dakikalardayız. Michael Jordan’ı savunuyorum. Maç başladıktan hemen sonra iki defa isabet buldu. Bam bam. O dakikalardaki reaksiyonum, “Oh Tanrım, mükemmel. Büyük bir ihtimalle bu maçta 160 sayı atacak.”
Tanrı üzerine yemin ederim ki beynim parkeye düşmüş gibiydi. Kafamı kaldırım tabelaya bakıyordum ve onlar 4-0 öndeydi. Bütün sayıları Jordan atmıştı. Hemen basit bir matematik işlemi yaptım. Bir dakikada dört sayı attıysa 40 dakikada 160 sayı atabilirdi. Pffff.
Ama işin doğrusu birkaç dakika sonra oradaki oyuncuların hepsini eşit seviyede görmeye başladım. Onlar böyle oynuyordu. Kenny Smith şuta kalktığında isabeti bulacaktı. Matt Doherty, isabet bulacaktı. Sanki hepsi sırayla şut atıyor ve isabet bulacak gibiydi. Takımlarında Sam Perkins ve Michael Jordan biraz daha öne çıkıyordu, doğal olarak. Ve ben şöyle düşünüyordum; “Lanet olsun topu Perkins’e ait Jordan. Topu ona at ve şutu bırak.” Ama onların hücum felsefesinde her şey eşit gidiyordu. Bence...
Bizde ise ana silah Steve Alford’du. Ona pozisyon yaratıp alan yaratacaktık. Onlar biraz düzen dışına çıkmaya başlıyorlardı ve o zaman düşündüm ki bu maçı kazanabiliriz. Çünkü bizim oyun planımız istikrarlı, UNC ise herkese dengeli şut ayarlamak için belirli şeylerden fedakârlık yapıyorlardı. Ve biz Koç Knight’a sahiptik. O, her şeyi biliyordu. Her şeyi... Bu nedenle tutumumuz şuydu: Siz bizi elinizden geldiği kadar zorlayın ama asla pes etmeyeceğiz. Mental ve teknik olarak en iyi silaha, Bob Knight’a sahibiz.
Kenara geldiğim zaman etrafımı gözlemlemeye çalışıyordum ayrıca yanımdaki güvenlik görevlisinden bana bir buz torbası getirmesini istedim. Birkaç buz parçasını havluya sarıp başıma koydum. Biliyorsun, hastaydım ve kimse bunu bilmiyor. Takımdakiler neden benden istemedin diyorlardı fakat hastalıklı ses tonum iyice kötüye gitmişti. Çok fazla konuşmamam lazımdı.
Maçın sekizinci dakikasına doğru Michael, iki faul yapmıştı. Yani artık maçta büyük bir problemle oynayacaktı. Hemen kenara alındı ve uzun bir süre oyuna girmedi. Tabii altı dakika kenardaydı, bu onun standartlarına göre fazlasıyla uzun bir süreydi. Oyuna girdiğinde sahadaki diğer dört arkadaşı bize yakın savunma yapıyorlardı. Trap savunması uyguluyorlardı. Ama MJ dikkatli olmalıydı. Savunmada temastan kaçınmalıydı. Biz ise sürekli olarak onun alanına hücum ediyorduk. Ona cehennemi yaşatmalıydık.
Ve ilk yorgunluk. Bir pozisyonda Jordan’ın topsuz katını kaçırmıştım. Perdeden çıkıp boyalı alana doğru geliyordu, önü bomboştu ve smaç yapacaktı. Ama gidip “kirli” faul yaptım. Onu yıprattım ve smacı önledim. Tabii yorgunluğum belli oluyordu ama onu durdurmuştum. Eğlenceli, değil mi?
Maç bittiğinde onları yenmiştik. Alford çok iyi iş çıkarmıştı. Jordan’ın skor bölümünde ise 6/14’yle attığı 13 sayı yer alıyordu. Koç Knight’ın bütün uyarılarını uygulamıştım. Ve bu, galibiyetimizde büyük bir rol oynadı. En azından insanlar böyle diyor.
Maçtan sonra soyunma odasına gittiğimizde kustum. Sonra bir daha kustum. Koç Knight yanıma gelip iyi iş çıkardığımı ama bir daha ona her şeyi söylemem gerektiğini belirtti. Hastalığımı anlamıştı.
Bir sonraki maçımızda Virginia’ya kaybettik ve elendik. Buna hâlâ sinirliyim ama dediğim gibi konumuz farklı. Şimdi size ilk kez duyacağınız bir şey anlatacağım: Michael Jordan, golf ve bana olan altı bin dolarlık borcu.
Maçtan birkaç ay sonra ABD Milli Takımı, Indiana’da kamp yapıyordu. Ben; Michael Jordan, Steve Alford ve Koç Knight’ın oğlu Timmy Knight’la birlikte golf oynuyordum. Bu oyunda çok iyiydim, gerçekten. 18 delikte liderdim. Harika gidiyordum. Oyun bittiğinde hepsini yerin dibine gömmüştüm.
İlk birkaç delikten sonra Jordan’ın çok fazla sinirlendiğini fark ettim. Ortadaki bahis üç binn dolara yakındı. Diğerlerine oyundan çekilmelerini ve benle birebir oynayacağını söyledi. Ayrıca bahsi iki kat arttırdı. Ortada altı bin dolar vardı. Ama atışları berbattı. Ben ise mükemmel gidiyordum. Diğerleri gülmemek için kendilerini zor tutuyorlardı. Oyun bitti ve onu yendim. Sinirlendi. Sopayı yere fırlatıp gitti.
Ertesi gün antrenman kampına gidip, “Hey Jordan bana altı bin dolar borcun var” dedim. Yanıma geldi ve kendi sponsorunun, Levi’s’in kot pantolonlarından birkaç tane verdi. Ayrıca bir de Polaroid kamerasını verdi. Ama ondan para istediğimi söyledim. Bana o parayı asla alamayacağımı söyledi. Ve o parayı hâlâ alamadım. Pfff. Onu 13 sayıda tuttum ve golfte yendim. En azından buna sahibim.
Son Dakika › Spor › Michael Jordan’ı en iyi savunan adam ve o gecenin hikâyesi - Son Dakika
Masaüstü bildirimlerimize izin vererek en son haberleri, analizleri ve derinlemesine içerikleri hemen öğrenin.
Sizin düşünceleriniz neler ?