2003 senesi, Temmuz ayının ikinci haftası kendimi İsveç’in kıyı kasabası Bastad’da bulmuştum. O aralar bir hafta boşluğum vardı, ne yapabilirim diye düşünmüştüm. Elbette tercih hakkımı tenisten yana kullandım ve birkaç turnuva arasından Bastad’da oynanan ATP İsveç Açık’ı seçtim. Bir yandan tenisçiler arasında en sevilen turnuvalardan biri (bu ödülü 2002-2012 arası kesintisiz kazandı zaten) olduğunu biliyordum ve kaliteli tenisçilerin geleceğine emindim. Örnek vermek gerekirse, 21 yaşına yeni girmiş ve o zamanlar hızla yükselişe geçip ilk 20’nın kapısına dayanmış, ama o zamana kadar canlı hiç seyretmemiş olduğum Tommy Robredo’nun katılıyor olması bana cazip gelmişti.
Diğer yandan ise ileride yıldızları parlamaya yönelik gençleri yakından seyretmeyi her zaman ön plana koyduğumdan katılım listesine baktıp gördüğüm isimler beni bir hayli heyecanlandırmıştı. Özellikle İsveçlilerin çok umut bağladığı ve sözüne güvendiğim birkaç antrenörün bir hayli övdüğü, o zaman henüz 18 yaşında olan Robin Soderling’in listede olması son kararı vermemde önemli rol oynamıştı. Nereden bilebilirdim bir genç potansiyeli seyretmeye giderken diğer bir efsaneyi keşfedeceğimi?
Hem de ne matrak şekilde!
Günlerden 9 Temmuz, hiç unutmam, turnuva mekânının yanındaki plaj kenarında senelerdir görmeyip turnuvada buluştuğum bir arkadaş ile gezinirken, o haftaya ATP sıralamasında dört numara olarak giren ve turnuvanın birinci seri başı olan, eski ATP bir numarası Carlos Moya ve iki arkadaşı ile yanyana bulduk kendimizi. O an hiç dikkat etmedim yanındaki ince, çocuk yüzlü gence. Beraber olduğum kişi benden daha yüzsüz olduğu için (aman bilmesin böyle dediğimi) hemen kendini tanıttı Moya’ya ve kamerasını bana verip resmini çektirdi kendisiyle. Daha da ötesi, Moya’nın yanındaki gence “Carlos ile resim çektireceğim, sen çekil” dermişçesine şöyle sahte gülümseme ile “excuse me” dedi! Çocuk da kibar şekilde birkaç adım geri attı.
İşte o 17 yaşına yeni girmiş çocuğun adı Rafael Nadal Parera idi!
Rafael Nadal - Miami 2004Imago
Carlos herhalde kendisi bile utanmış olacak ki, benim arkadaşım yüzsüzlüğe devam edip “arkadaşım Mert” diye beni tanıtırken Moya’ya, o da ayıp olmasın diye yanındakini “Rafael” diye tanıtmıştı. İtiraf edeyim, o güne kadar sadece özet görüntülerde görebilmiştim kendisini. Düzenli biçimde ATP Tour turnuvaları oynamaya daha yeni başlamıştı. Tek kafamda kalan 2002 senesinde Wimbledon junior tablosunda yarı finale çıktığıydı. Haliyle Moya ancak ismini söylediğinde yanındaki çocuğun Rafa olduğu kafama dank etmişti. Yine itiraf edeyim, fazla önemsemeden yolumuza devam etmiştik. Zira o turnuva boyunca yıldız profiliyle etrafta dolaşan ve herkesin gözlerinin üstünde olduğu oyunculardan biri değildi Rafa. En önemli yıldız ile de biraz evvel el sıkışmıştık!
Ertesi günü ise Moya çok merak ettiğim Soderling’i iki sette safdışı bırakmıştı. Kafamda Soderling’in oyununu az çok tartmaya çalışırken (bir tavsiye: sadece bir maça bakıp bir oyuncunun analizini yapabileceğinizi sanmayın) yan kortlardan birinde Albert Portas’a karşı ikinci tur maçını oynayan Nadal’ı “hadi bari” seyretmeye karar verdim. Her ne kadar o sene düşüşe geçmeye başlamış olsada, henüz iki sene evvel ilk 20’de olan tecrübeli Portas’ı 6-0 6-4 gibi bir skorla toz duman eden Nadal’ı ilk seyredişim böyle olmuştu ve bayağı etkilendiğimi hatırlıyorum. Ertesi günü Nadal, yine tecrübeli ve yüksek kort zekâsı ile tanınan turnuvanın altı numaralı seri başı Nicolas Lapentti ile haftanın en zevkli maçını oynadı. Maç puanları elde etmesine rağmen son setin tiebreak’ini 8-6 kaybederek elenen Rafa, o gün maçı seyredenlerin (başta ben) kafasına yerleşmişti.
Peki neler görmüştüm o iki gün? Nasıl bir oyuncu idi o 17'lik Rafa?
Baseline çizgisinin dört-beş metre veya daha gerisine park edip, hababam bir sağ ve bir sol koşup, her topu çeviriyordu. Fileye gelmeyi neredeyse hiç düşünmüyordu. Drop shot (kısa top) gibi ince vuruşları hiç kullanmazken, backhand slice gibi tempo değiştiren vuruşları ise çok ama çok ender kullanıyordu. İlk servisi fena değildi, ama ikinci servis genel olarak zayıftı, tabiri caizse bazen paraşütle iniyordu. Vücut olarak daha çok gelişmesi gerekiyordu. Geriden ise makina gibiydi, hiç hata yapmıyor ve her puanı yoğun konstantrasyon ile oynuyordu.
Sonra 2004-2006 dönemi geldi. Çoğu tenissever Nadal’ın gelişim dönemlerini ayırırken tahminimce o müthiş 2008 Wimbledon finalinden etkilenip 2004-07 ve 2008’den sonrası diye ayırıyorlar. Nadal’ın Federer’i çim kort tahtından indirmesi 2000 senelerinin tarih hikayesini anlatma açısından hoş bir bakış açısı. Ancak Nadal’ın teknik ve taktiksel oyun gelişimini büyüteç altına alıyorsak, 2005 senesinin sonbaharından itibaren 2006’nin bitişine kadar Nadal’ın oyununun ne kadar geliştiğini göz ardı etmemeliyiz. Hatta 2007 ve sonrasının tohumları o dönemde ekildi.
Kısaca nelerdi bu tohumlar birazdan özetleyeceğim. Ve aşağıda bahsedeceğim tüm gelişimleri gözlemleyebileceğiniz turnuva ve maç olarak ise size Wimbledon 2006'yi öneriyorum. Çünkü Rafa’nın gençlik yıllarındaki bu gelişimi en net çim ve sert kortta oynadığı teniste görüyoruz. Toprak kortta o dönem zaten en tepeye yerleşmişti ve açıkça söylemek gerekirse, bu bahsettiğim gelişimlere ihtiyacı yoktu o turnuvaları kazanmak için. Ayrıca o senelerdeki en önemli rakibi ile oynadığı final açısından İspanyol tenisçinin gelişimini analiz etmek için Wİmbledon 2006 turnuvası önemli bir örnek.
Federer’in bu maçı dört sette kazanmış olması fark etmez. Burada önemli olan Nadal’ın o dönemde tohumlarını ekmeye başladığı oyun gelişimini bu maçta uygulamaya koyduğunu belirgin bir şekilde görebilmeniz. 2007-09 senelerinde iki efsane tenisçinin oynayacağı iki Wimbledon finali ve Rafa’nın beş sette kazandığı 2009 Avustralya finali, Nadal’ın taktiksel açıdan 2005 sonu baslayip tam anlami ile 2006 başından itibaren uygulamaya koyduğu (Wimbledon maçları dahil) taktiksel rali git-gelleri (pattern) gelişiminin ortaay çıkardığı sonuçlardır. Yani tenis dünyasının tepesine yerleştiği 2008-2010 dönemi, 2004-06 döneminde ektiği tohumların meyve verdiği senelerdir.
Şimdi bahsedeyim 2004-06 tohumlarından ve (örnek verme açısından) 2006 Wimbledon turnuvasında verdikleri meyvelerden...
1) Servis
İlk servisini sadece puana sağlam baslamak için kullanmanın bir üst basamağa çıkmak için yeterli olmayacağının farkına varmış olsa gerek Nadal, çünkü bu vuruşunu bir silaha çevirmek için ne gerekiyorsa yaptı. Mesela 2006 Roland Garros haftası, Nadal’ın ekibi ile saece servise odaklı 40 dakikalik bir seans yaptıklarını gözümle gördüm. Solak oluşu sayesinde sağlak olan rakiplerini avantaj tarafında kort dışına çıkarmasını zaten iyi biliyordu, ama bu servisin “slice” etkisini yükseltmesini yine de bildi. Bunun sayesinde servis hızından biraz kesse bile rakibi kendisini halen bir o kadar kortun dışında buluyordu. İkinci servisi ise kendisine bir yükümlülük olmaktan ziyade, rakibi zorlayabilen ve ona return ile raliye hükmetme şansı pek vermeyen bir vuruşa dönüştü. Yukarıda belirttiğim “paraşütle inme” günleri çok geride kalmıştı.
Bu servis gelişiminin meyvesi: Wimbledon 2006 turnuvasında finale kadar Nadal servisini sadece iki defa kaybetmiş ve son 81 servis oyununu kazanmıştı.
2) Ralli temposu
Geriden top çevirerek halen her oyuncuya hükmedebiliyordu ama artık baseline çizgisinin üstüne gelip, hatta içine girip, bitirici vuruşlara gitmeyi de A planına eklemişti. Bu özellikle aleyhine giden maçlarda taktiksel değişime ihtiyacı olduğu zaman kendisine güvenerek başvurabileceği ana planlarından biri haline büründü. Not: “Kendisine güvenerek”in altını çiziyorum, zira antrenmanlarda uzun dönem çalışmadan ve maçlarda bunu deneme cesaretini tekrar tekrar göstermeden bu güven kazanılmaz. Bu sayede herhangi bir seti kaybeden Nadal, bir sonraki setin başlangıcında vites yükseltip o ana kadar rallileri kontrol ettiği izlenimi altında oynayan rakibini gafil avlayabiliyordu.
Bunun meyvesi: Finalde Federer’e karşı oynadığı maçta ikinci setin ilk dört oyununu seyretmeniz bunu göremeye yeter. İsviçreli raketin domine ettiği 6-0'lık ilk setten sonra, Rafa ikinci setin başından itibaren yüksek riskli vurmaya başlıyor ve buna hazır olmayan Federer bir anda kendi servisini kaybediyor** ve maçın gidişatı değişiyor. Evet sonra Federer tekrar kırıyor ve skoru dengeleyip ikinci seti tiebreak ile kazanıyor, ancak bu setin başında olanları değiştirmez. Daha ileri senelerdeki bir örneği görmek isterseniz Amerika Açık 2011 finaline gidebilirsiniz. İlk iki sette kendisine net üstünlük kuran Djokoviç’e karşı Rafa üçüncü sette belki de kariyerinin geriden en atak oynadığı seti ortaya koyup o dönem bileği bükülmeyen Novak’a karşı maçı dördüncü sete uzatmayı başarıyor.
** Yan not: İlginçtir, iki ay evvel ikisinin oynadığı Roland Garros finalinde, Federer yine ilk seti pek sıkışmadan 6-1 kazanmıştı, ama o maçın ikinci setin başında dönmesi Rafa'nın bu değişikliğe başvurmasından değil, Federer’in ilk iki oyunda yaptığı hatalardan meydana gelmişti. Kimbilir belki Nadal henüz bu değişime ihtiyaç görmüyordu (ki eğer öyle ise, Roland Garros’ta haklı çıktığını inkâr edemeyiz).
3) Voleye çıkma sıklığı
Bir üstte bahsettiğimin rali temposu değişiminin uzantısı olarak, fileye artık korkmadan çıkan bir Nadal belirdi. Rafa’nın zaten vole tekniği ve hissi üst düzeydeydi ama eski Amerikan kovboy filmlerinde bazen gördüğümüz iki tabancalı bir kovboyun sadece birini kullanması gibi, İspanyol raket de o gençlik senelerinde baseline çizgisinin çok gerisinden oynayıp voleye gelme fırsatı pek bulmuyordu (bulamıyordu). Bu günler artık 2006’da geride kalmaya başladı.
Bunun meyvesi: 2006 Wimbledon finaline çıktığında Rafa’nın turnuva boyunca fileye geldiği sayı toplamının Federer’den yüksek olduğunu biliyor muydunuz?
2007 senesinden sonra seyrettiğimiz Nadal’ın dünya bir numaraya kadar çıkmasının oyun olarak en büyük sebepleri bunlar diyebiliriz. Lakin tamamen teknik ve taktiksel sebeplere odaklanarak Nadal’ın tenis efsanesi kimliğini açıklamamız elbette mümkün değil. İşte bu noktada Nadal’ın en değerli varlığından artık bahsetmenin zamanı geldi.
Hani son 10 senedir bitmek tükenmek bilmeyen, ama zaman zaman bir hayli de zevk veren, “üç büyüklerden en iyisi kim” konusu vardır ya. Hani bu satırları okuyan herkesin de büyük ihtimalle üzerinde bir-iki kelime sarf ettiği şu meşhur konu. Tabii her tenisseverin gönül bağladığı oyuncu olabilir ve bu sebepten bu konuya taraflı bakabilir. Ancak sanırım hepsinin birleştiği belli noktalar da vardır.
Mesela tahmin ederim Federer ve Nadal taraftarları bile Djokovic’in en iyi return’e sahip olduğunu kabul ederler. Favorisi Djokovic veya Nadal olan tenisseverler, tahmin ederim Federer’in en iyi servise sahip olduğunu göz ardı etmez. Aynı bağlamda en hasta Federer ve Djokovic taraftarı bile tahmin ederim Nadal’ın konsantrasyon yoğunluğu ve maça asılma konusunda rakiplerinden bir adım önde olduğunu inkar etmez. Skor 0-5 veya 5-0 olabilir ama Nadal’ın vücut diline bakıp skorun 5-0'mi olduğunu yoksa 6-5 ve deuce'mu olduğunu pek anlayamazsınız. Bu kendisinin tüm kariyeri boyunca, gençlik günlerinden itibaren edindiği bir alışkanlık, daha doğrusu bir kalitedir.
Bu da şu anlama gelir: Antrenmanları da aynı konstantrasyon ve yoğunlukla yapıyordur. Zira bu mental yoğunluk öyle radyo açıp kapar gibi basabileceğiniz bir düğme değildir. Beyinin o efora alışması gerekir, o yükü taşımasını öğrenmesi gerekir. Son etap olarak da bu becerinin korttaki kimliğinize işlemesi gerekir. Nadal bu işlem sürecini çok genç yaşta geçirmiştir, hatta korttaki yoğunluk, farkındalık ve maça asılma konularında ustalaşmıştır (merak edenler için, geçmiş tenisçiler arasında bu konuda Rafa'nın seviyesine sadece Bjorn Borg ve Thomas Muster erişebilmiştir). Djokovic ve Federer büyük şampiyonlardır ama eğer sadece "Big 3" arasında kıyaslama analizi yapıyorsak ve sadece bu konuyu ele alıyorsak, ikisi de Nadal’ın bir adım gerisindelerdir. Üçünün de birçok antrenmanını izledim ve rahatlıkla sunu söyleyebilirim: Rafa’nın antrenman esnasında “gevşek” geçirdiği bir dakika gördüğümü hatırlamıyorum. İlk vuruştan son vuruşa kadar yüzündeki ifadeye bakarsanız, komando eğitimi alıyor zannedersiniz. Buna mukabil Djokovic’in ve Federer’in beş veya on dakika "orta şeker" konstantrasyon ile antrenman yaptıklarını birçok kez gördüm (Federer’in hatta gevşek geçirdiği dakikalar yüksek bile diyebilirim). Nadal'ın 60 saniye bile böyle antrenman yaptığını görmedim.
Peki bu nasıl yansıyor maçlara?
-- İşte, 2013 Roland Garros yarı finalinde Nadal ve Djokovic en muazzam maçlarından birini oynarken, Nadal son sözü söylüyor ve maçı beş sette kazanıyor çünkü kendisi bir veya iki oyun bile “boşluk” yaşamazken Djokovic üçüncü setin büyük kısmını mental sallantı geçirerek 1-6 kaybetmenin dezavantajı ile oynuyor.
-- İşte, yukarıda kısaca değindiğim 2006 Roland Garros finalinde Federer ikinci setin ilk iki oyununda hafif boşluk yaşayıp kontrol ettiği maçta dizginleri Nadal’a verirken, o andan sonra Nadal üç set arka arkaya neredeyse hiç boşluk yaşamıyor ve Federer’e aynı fırsatı vermeyip maçı 4 sette kazanıyor.
-- İşte, yukarıda detaylı bahsettiğim Wimbledon 2006 finalinde, ilk setin son oyununda, 0-5, 30-40 geride olmasına rağmen Nadal o maç puanını kurtardığında hala yumruk sıkıyor ve arzusunu gösteriyor. Aynı şekilde daha ikinci setin ilk oyununda üç tane kazandığı puanın arkasından hep kendini sesli şekilde pompalıyor. Skoru bilmeseniz, Rafa'ya bakarak o an 5-0’mi, 0-0’mi, yoksa beşinci sette 6-6 ve tiebreak’te 5-5’mi bilemezsiniz. Nadal için her puan altın değerinde ve bunu rakibine hissettiriyor.
-- İşte, geçen sene Wimbledon yarı finalinde Federer en iyi maçlarından birini oynayıp Nadal’ı 4 sette safdışı ederken, yine boşluk yaşadığı ikinci seti kaybetmekten kurtulamıyor çünkü Nadal, rakibi üstün oynadığı zaman bile her puana aşılıyor ve fırsatı bulduğunda değerlendiriyor. Yüksek seviyede kalmaktan başka çare bırakmıyor rakibine.
-- İşte, 2013 Amerika Açık finalinde Djokovic Nadal’ı ikinci set domine ettikten sonra üçüncü setin başında da maça hükmetmesine rağmen, yoğunluğunu ve savaşma ruhunu bir damla kaybetmeyen Nadal nihayet setin ilerleyen bölümlerinde aradığı fırsatı yakalayıp adeta üçüncü seti ‘çalıyor.’ Buna karşılık Djokovic ise tam aksine bunun etkisinden kurtulamıyor ve dördüncü set performansi adeta iki vites düşüyor ve maçı kaybediyor.
-- İşte, 2011 Monte Carlo finalinde ilk seti kaybettikten sonra pek şansı olmadığının farkına varan Djokovic ikinci seti (ve maçı) %50 tempo ile oynayıp 6-1 kaybederken, üç ay sonra Wimbledon finalinde tüm eforlarına rağmen aynı rakibine ilk iki set adeta ezilmekten kurtulamayan Nadal eforundan hiç taviz vermediğinden ve ümitsizliğe kesinlikle boyun eğmeyi kabul etmediğinden, üçüncü sette maçı çevirip dördüncü sete uzatabiliyor.
Son olarak Nadal’ın kariyerinde karşılaştığı engelleri de geniş çerçevede değerlendirmek gerekir. Mesela sakatlık konusunda ne kadar sorun yaşadığını her tenissever az çok bilir ondan burada detaylarına girmeye gerek yok. Ancak Nadal bazen göz ardı edilen “dönem” engeli ile de karşılaştırmıştır kariyeri boyunca. Federer’in en kuvvetli seneleri geniş çapta bakarsak 2004 başından 2010 basına kadardır. Daha kısaltmak istersek 2004-07 diyebiliriz. Nadal İsviçreli rakibinin en iyi senelerinde onunla boğuşmuştur. Aynı durum Djokoviç ile olan rekabetinde de geçerlidir. Sırp raketin en iyi seneleri geniş çapta 2011’den şimdiye kadar olan dönemdir. Yine kısaltmak istersek belli iki-üç seneyi aradan çıkarabiliriz. Ama şu veya bu şekilde Nadal’ın kariyerinin tamamı, buna en verimli seneleri de dahil, en önemli iki rakibinin yüksek performans gösterdiği dönemlere denk gelmiştir. Bunu ne Djokovic ne Federer için söyleyebiliriz. İkisinin de en verimli, en yüksek performans gösterdikleri seneler, diğerinin en verimli senelerine denk gelmemiştir.
Bugün 34 yaşına basan Nadal performans açısından birkaç senedir düşüşe geçtiğini hepimiz az çok gözlemlemekteyiz. Uzun seneler birçok tenis otoritesi tarafından “dünyanın en iyi forehand”ı diye tanımlanan vuruşu bile en önemli anlarda onu yalnız bırakmıştır (2017 senesinden sadece iki örnek: Avustralya Açık finali, beşinci set, 4-2 öne geçme puanında kaçırdığı forehand ve Wimbledon dördüncü tur maçında Gilles Müller’e karşı beşinci sette elde ettiği iki servis kırma puanında kaçırdığı forehand’ler).
Ancak fark etmez çünkü bu haliyle bile Nadal tepeye oynamaya devam edebilir. Ayrıca Nadal’ın performans seviyesi ne olursa olsun bir tenissever olarak bazı konularda rahatsınızdır. Eğer stadyumda canlı seyredecekseniz, biletinize harcadığınız her kuruşun hakkını vermek için Rafa’nın elinden geleceğini yapacağına hiç şüpheniz olmaz. Eğer televizyon başındaysanız, bir tenissever olarak Rafa’nın maçına ayıracağınız vakit için pişmanlık duymayacağınıza da emin olabilirsiniz. Bu, 2003'te gördüğüm Rafa için de geçerli, bu dakikadan sonra seyretme zevkine varacağım Rafa için de geçerli.
Doğum günün kutlu olsun sevgili Rafael Nadal Parera!
Son Dakika › Spor › 17’lik Rafa’dan 34’lük Rafa’ya yolculuk - Son Dakika
Masaüstü bildirimlerimize izin vererek en son haberleri, analizleri ve derinlemesine içerikleri hemen öğrenin.
Sizin düşünceleriniz neler ?