Fikrimin İnce Sürgünü: Hapishane Mektupları - Son Dakika
Kültür Sanat

Fikrimin İnce Sürgünü: Hapishane Mektupları

Fikrimin İnce Sürgünü: Hapishane Mektupları

Sabitfikir.com'un matbu versiyonu olan SabitFikir dergisi, şubat sayısında hapishane mektuplarını ele alıyor.

05.02.2013 12:48

Özgün Uçar imzalı "Fikrimin İnce Sürgünü: Hapishane Mektupları" adlı dosya, ezelden beri hapishanelere atılarak etkisizleştirilmeye çalışan yazar ve düşünürlerin, parmaklıklar ardından dış dünyaya yazdıkları mektupları konu alıyor. Yazar – hapishane ilişkisini derinlemesine ele alan "Fikrimin İnce Sürgünü: Hapishane Mektupları"nda parmaklıklar arasından kaçıp kurtulan aşkları, özlemleri, düşünceleri ve eserleri bulacaksınız.

SabitFikir orta sayfalarının vazgeçilmezi halini alan Kararsız Okur infografiği ise, "İçinden Hapishane Geçen Kitaplar" başlığıyla sizi daha birçok ismin hapishanede ürettiği eserlerle tanıştırmayı amaçlıyor. Kararsız Okur'u her zamanki gibi Aysu Önen hazırladı ve Sedat Girgin resimledi.

Güvenilir kitap eleştirileri için

SabitFikir'in şubat sayısı tam 76 sayfa içerikle, dopdolu geliyor! Savinien Cyrano De Bergerac, Alina Bronsky, John Gardner, Irvine Welsh, Jo Nesbo, Marcel Proust, Paul Auster, J. M. Coetzee, Reha Çamuroğlu, Mahmut Şenol, Kjersti Skomsvold, James Joyce, Zeynep Ünal eserlerini güvenilir eleştirmenler Aysu Önen, Ceyhan Usanmaz, Burcu Arman, Onat Bahadır, küçük İskender, Ömer Türkeş, Nazan Maksudyan, Oylum Yılmaz, Ferhat Uludere, Fisun Yalçınkaya, Bedia Ceylan Güzelce, Yenal Bilgici ve Hayati Roman yorumluyor.

SabitFikir'in 24. sayısında, genel yayın yönetmeni Elif Bereketli'nin hazırladığı "10 Soruda Kitap Sansürleri" başlıklı soruşturma, bir süredir sürekli gündeme oturan kitap yasakları tartışmalarına bir açıklık getirmeyi hedefliyor. Sorduk bölümünde Derya Atlas, devlet ve sanatçı arasında maddi ilişki olup olmaması gerektiğini Cemal Şakar, Bülent Usta, Onur Bilge Kula ve Sema Kaygusuz'a soruyor. Dünyadan adlı köşesinde Mert Tanaydın, yazarlığı bıraktığını açıklayan ünlü yazar Philip Roth'un yerine geçebilecek varislerin peşine düşüyor. Hazırladığı Edebiyatdışı bölümünde Hasan Cömert, bu ayki konuğu yazar Şule Gürbüz ile "zaman, bellek ve ölüm" üzerine "dünyadışı" bir röportaj gerçekleştiriyor.

Süreyyya Evren, Popüler Kültür bölümünde Gangnam Style fenomenini ele alırken Kelebek Etkisi köşesiyle Elif Tanrıyar sigaranın edebiyattaki yansımalarına bakıyor. SabitFikir'in şubat sayısı bunlarla da sınırlı kalmıyor; televizyondaki edebiyat uyarlamalarının niçin mutlak bir başarıya ulaşamadığını mercek altına alan Ayşe Çavdar'ı, Keşfet bölümünde kendi el yazısıyla SabitFikir okurlarına bir kitap öneren Aziz Kedi'yi ve ODTÜ olaylarının ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a bir okuma listesi öneren Sibel Oral'ı da bu ay dergide bulabilirsiniz.

SabitFikir, Idefix ve Prefix'le ücretsiz

15.000 adet basılan SabitFikir'in göze çarpan kapak illüstrasyonu Aksel Ceylan'a ait. SabitFikir takipçileri iyi bilir: Çizimlerimiz elbette bununla kalmıyor, sayfalarda dikkatli gezinenler, çok sayıda genç çizerle tanışıyor.

Yayın yönetmenliğini Elif Bereketli'nin yaptığı SabitFikir, Idefix ve Prefix paketleriyle ücretsiz. SabitFikir'in içeriğini ve daha fazlasını www.sabitfikir.com adresinde bulmak mümkün.

Fikrimin ince sürgünü: Hapishane mektupları

GÖRÜLMÜŞTÜR

Çağ dönüşüp değişiyor. Bir vakitler düzenin suç saydığı bir olgu, sıradanlaşırken yerini geleceğin sıradanlaşacak yeni suçlarına bırakıyor. İktidarların özgür düşünceyi, kendisine muhalif fikirleri kontrol etme ve cezalandırma isteği değişmiyor yalnızca. Üstelik bu istek, değişimden payını yeni tecrit yöntemleri, yeni akıllı hapishane mimarisiyle daha da zorbalaşarak almaktan geri kalmıyor.

Her yeni sistem, kendi sakıncalı fikirlerini, kendi yasak kitaplarını ve kendi tutuklu yazarlarını yaratıyor. Dün de olmuş, bugün de oluyor; birileri kelimeleri içeri tıkıyor ama onlar –iyi ki mektuplar var- dışarı çıkmanın yolunu bir şekilde buluyor. Elbette hapishanelerde sadece mektuplar yazılmadı, yazılmıyor. Peşinden kalabalıkları sürüklemiş nice eser, parmaklıkların arkasında doğdu, ne yazık ki doğmaya da devam ediyor.

Hapishanenin tarihi, yazının ve ifade özgürlüğünün tarihi kadar eski. Düşünceyi tutsak etmek isteyen anlayışın, ilk cezaevlerini ibadethanelerin bodrum katına yapmış olması bir tesadüf olmamalı. Düşünen, kabuğuna sığmayan ve daima çağının ötesinde farklı fikirlere ve anlayışa sahip yazarların hapishane ile içli dışlı hali, çetrefilli olduğu kadar sıradışı karakterleri sayesinde bir nevi yazgıları olmuş aslında. Sanki sistemle ters düşmeleri dünyanın en normal şeyiymiş gibi, belki bu yüzden gerçekten de delilikle deha arasındaki o tuhaf yerde geziniyor edebiyat.

Yazıyla, edebiyatla hemhal olmuşların "içeride tutulma" nedenleri ise farklılık göstermiş bugüne dek: Misal, Ezra Pound, Dostoyevski, Maksim Gorki, Antonio Gramsci, Nazım Hikmet fikirleri uğruna hapis yatsalar da Miguel de Cervantes dolandırıcılık suçlamasıyla içeri girmiş. Beri yandan Oscar Wilde cinsel tercihleri yüzünden, Fransız yazar Jean Genet cinsel sapkınlıkları ve hırsızlık yaptığı için, Marquis de Sade ise fiziksel ve cinsel şiddet uyguladığı gerekçesiyle hapis yatmış. Ve hepsi içeride yazmaya devam etmiş.

Mamafih, bugün işler eskiye göre biraz farklı: Gazeteci Mustafa Balbay Silivri Cezaevi'nden, Rus müzik grubu Pussy Riot'un tutuklu üç üyesi gibi sosyal medya aracılığıyla fikirlerini paylaşabiliyor. İngiltere'nin Ekvator Büyükelçiliği'ne sığınmak zorunda bırakılan Wikileaks kurucusu Julian Assange, web-konferans yöntemiyle dünyanın farklı coğrafyalarına sesini ulaştırabiliyor.

Demem o ki, ifade özgürlüğünü, yazmayı, üretmeyi en sağlam demir parmaklığın, en orantısız gücün, en zalim iktidarın bile susturmaya gücü yetmiyor. Yasaları yapanlar unutulsa da, Don Kişot'u yazmaya hapishanede başlayan Cervantes, Justine; Erdemin Felaketleri'ni ve Sodom'un 120 Günü'nü yazan Sade, Pisan Cantos (Pisa Şiirleri) şiirlerini kaleme alan Ezra Pound ya da hapishane günlükleri tutan Oscar Wilde unutulmuyor. Yazdıkları buna izin vermiyor. Tıpkı Türkiye'nin mahsus mahalinden yazılan ve bir devrin yazma direncine, baskıya boyun eğmeyen üretme coşkusuna bizleri ortak eden hapishane mektuplarında olduğu gibi, çağın belleğine silinmemek üzere kazınıyor.

"Görülmüş" bir hayat tutanağı…

Hapishane mektupları deyince, sayısız örnek var akla gelen. Pek çoğu kitaplaştırılmış, içeriden dışarıya yazılmış sayfalarca mektup… Demir kafesin içindeki insanın dışarıya ve kendine açılan tek kapısı bu mektuplar... "Görülmüş" bir hayat tutanağı… İçerideki insanın en yalın hallerinin, çırılçıplak hislerinin, tutkularının, korkularının, kırılganlıklarının ama en çok umudunun sansürsüz anlatısı.

Yılmaz Güney, 17 Aralık 1973'te Selimiye Hapishanesi'nden eşi Fatoş Güney'e gönderdiği mektubunda, ''Anam, yavrum, sevgili... Asıl hapishane, insanın kafasında yarattığı hapishanedir. Hayatı sınırlayan hapishane odur ki, ilk fırsatta yıkılmalıdır dünyayı daha iyi kavrayabilmek için. Ben bu barajı aştım sevgili. Her şey önümde, bütün açıklığıyla oynanıyor'' diye yazar. (Yılmaz Güney, Selimiye Mektupları, Güney Yayınları, S.164) Duvar engel değildir içeridekine, mektuplarıyla bunu anlatır sıklıkla.

Askeri kişileri üstlerine karşı teşvik suçlamasıyla yaşamının çeyrek dilimini hapishanelerde geçirmek zorunda kalan Nazım Hikmet ise, "taş uçak" diye adlandırdığı Bursa Cezaevi'nden eşi Piraye'ye 29 Kasım 1943 tarihli mektubunda, ''Karıcığım, kuzum, bundan sonra sen de ben de mektuplarımıza mutlaka tarih koyalım.'' der. Bu mektupların günün birinde çağa tanıklık edeceğinin bilincindedir dünya şairi. Öyle ki Nazım Hikmet'in, Orhan Kemal'in, Kemal Tahir'in, İsmail Beşikçi'nin, Necip Fazıl'ın, Said Nursi'nin, Yılmaz Güney'in, Rosa Luxemburg'un ve de Antonio Gramsci'nin hapishane mektupları bir yazım türü, özgürlüğe adanmış bir kalem işçiliği olarak çağın ve hayatın hoyrat yasaklarına zamanın dev aynalarını tutmayı –hâlâ- sürdürüyor.

Nazım mektupları…

Türkiye'de hapishane mektupları adıyla bir yazım serüveninden, külliyattan bahsedebiliyorsak eğer, kuşkusuz bu bayrak koşusunun en güzel yüz metresini koşan Nazım Hikmet'tir. Ömrünün 13 yılını cezaevinde geçiren şair, ''İçerde mektup beklemek, yanık türküler söylemek, bir de bir de, gözünü tavana dikip sabahlamak, tatlıdır ama tehlikelidir.'' diye anlattığı hapis yıllarında mektuplarla dışarıya, hayata taşar. Nazım Hikmet, hapishane yılları boyunca içeriden dışarıya binlerce mektup yazmıştır. Eşi Piraye, oğlu Memet Fuat ve arkadaşı Kemal Tahir'e yazdığı mektuplar yayınlanmış ve günümüze ulaşmış mektupları arasında çoğunluğu temsil eder.

Ressam Abidin Dino, çocukluk arkadaşı Vâ-Nû (Vâlâ Nureddin), yazar Kemal Sülker ve eleştirmen Adalet Cimcoz da Nazım'ın hapishaneden mektuplaştığı kişiler arasındadır. Nazım Hikmet'in eşi, oğlu ve dostlarıyla devinen zamanı dertleştiği, amansız edebiyat ve siyaset tartışmalarına giriştiği hapishane mektupları, bizi şairin bitmek bilmez yazma coşkusuna, hapishaneyi bir laboratuvara dönüştürüşüne, genç yazarları yüreklendirişine ortak ettiği gibi, Piraye ile yaşadığı çalkantılı günlerine, içerideki büyük yalnızlığına da ortak eder.

Sevda şiirleri

''Karıcığım, nihayet iş bitti. Temyiz tasdik etti. On beş seneye mahkumuz. Aldırma. Ben gayet kuvvetliyim. Mesele herhangi bir mahkumiyet değil, Nazım Hikmet'in imhasıdır. Bu bir çeşit Dreyfus davası.'' diye yazar Nazım, Piraye'ye, Ankara Merkez Cezaevi'nden, 28 Mayıs 1938 tarihli mektubunda. (Nazım Hikmet, Piraye'ye Mektuplar, Yapı Kredi Yayınları, S. 106) "Kızıl saçlı bacısı" Piraye ile Ankara zindanından Çankırı'ya ardından Bursa Cezaevi'ne 10 yılı aşkın sürecek ve bir sevdanın bütün izlerini, mahpusta şair olmanın bütün eslerini mektuplara taşıyacak bir dönemin başlangıcıdır bu mahkûmiyet.

Nazım Hikmet, ''Ne güzel şey hatırlamak seni: Ölüm ve zafer haberleri içinden, hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken.'' diyerek büyük bir coşkuyla yazdığı sevda şiirlerini Piraye'yi düşünerek yazdığı mektuplarında yaratır. Bursa Cezaevi'nden Piraye'ye tarihsiz mektubu, bu şiirlerin yazılma hikayesini anlatır: ''Saat 21 oldu mu artık yalnız seni düşünüyorum. Bu, öteki zamanlarda seni düşünmediğim manasına gelmesin. Fakat saat 21'den sonra senden başka hiçbir şey düşünmüyorum ve 21 ile 22 arasında bir saat sana şiir yazıyorum. Bunların adını: ''Piraye için yazılan saat 21-22 şiirleri koydum.'' (Nazım Hikmet, Piraye'ye Mektuplar, Yapı Kredi Yayınları, S. 600)

Özgün Uçar

SabitFikir'in bu ayki Editörden yazısı:

HÜRSEN BELKİ DE ESİRSİN

Resmi tarihin görmekte ve göstermekte isteksiz olduğu ne varsa, edebiyat görmeye hep meraklı oldu. Dikkatli bakarsanız, insanlık da. İnsanlığın (belki tam zamanında değil ama) bir gün elbet resmi yalanları reddetmesinden dolayı değil midir ki; yaşadıkları zamanın hakim şartlarınca ötelenen yazarlar, bugün hemen her gün bir yerde karşımıza çıkıyorlar, takdir ediliyorlar; bugünümüze karışıyorlar. Oysa, bu yazarlar çile çekerken bunu onaylayan, destekleyen ve hatta buna sebep olan "hakim sınıf" bizzat yazmayı hayal ettikleri tarih tarafından yutulmuş durumda. Etrafınıza bakıp aldanmayın, insanlık aslında resmi tarihi sevmedi. Bu yüzden, vakti zamanında "hür" yaşamlar süren hakim sınıf; bugün tarih kitaplarının tozlu sayfalarına hapsolmuşken hapislere doldurdukları yazarlar bugün aramızda, yazılarımızda, dizelerimizde özgürce dolanıyorlar.

Yazar dünyayı bir biçimde kavrar, bir yerinden kavrar, büker ve bir başkasına gösterir. Bütün derdi budur. Yani derdinin dermanı, refahta, bollukta veya huzurda hiç değildir. Gösterebilmektedir. Bu yüzdendir ki -bu ayki kapak konumuzu okuduktan sonra göreceksiniz- hapisten yazan yazarların dış dünyaları fevkalade değişirken, iç dünyalarında her şey bir dem daha oturuyor ve lezzetleniyor. Demem o ki, demir parmaklıkların ardından olmak onlara dünyayı başka bir açıdan algılama yetisi veriyor. Belki yanında biraz özlem, belki biraz burukluk. Ama hakim sınıfın, yazarları durdurması planıyla hesaba kattığı bu sözümona esaret, pek de durdurmamış gibi yazarları. Zaten hapisten yazdıkları mektuplara bakacak olursanız, hemen hepsinin esaretin yalnızca insanın kafatasının içinde yaşanan bir ruh hali olduğunu üstüne basa basa söylediklerini göreceksiniz.

Düşünür ve sanatçıların şu ya da bu biçimde, ama çoğunlukla da siyasi sebeplerden ötürü sokulduğu hapishanelerden yazdıkları mektupları konu alan kapak konumuz, "özgürlük" ve "esaret" kavramlarını yeniden düşünmek için bir fırsat olsun dilerim. Herkese, ama eğer mümkünse en çok da bugünün özgürlerine.

Kaynak: Bültenler

Son Dakika Kültür Sanat Fikrimin İnce Sürgünü: Hapishane Mektupları - Son Dakika

Sizin düşünceleriniz neler ?

    SonDakika.com'da yer alan yorumlar, kullanıcıların kişisel görüşlerini yansıtır ve sondakika.com'un editöryal politikası ile örtüşmeyebilir. Yorumların hukuki sorumluluğu tamamen yazarlarına aittir.

Advertisement