İstanbul'da çok sıcak geçen bir yazın ortasında önüme 4-5 günlüğüne Amsterdam'a gitme fırsatı çıkınca doğrusu hiç hayır demedim. Birlikte keyifli bir hafta sonu geçirdikten sonra eşim şirketin yıllık toplantısına katıldı, ben de gezmeye devam ettim! Bu güzel şehri ilk kez gördüğümde öğrenciydim. Cıvıl cıvıl, rengarenk, gencecik haline bayılmıştım. Bana o zamanlar en büyük aşkım olan Londra'nın daha sempatik, minyatür bir versiyonu gibi gelmişti. Amsterdam'a en son on küsür yıl önce bir yılbaşı tatilinde geldik, hava çok soğuktu ve tam olarak keyfini çıkaramadık. Bu sefer, 'onun acısını çıkardım' diyebilirim.
Hava Nisan'da İstanbul'u andırıyordu. Serin, arada yağışlı ama gezmeye elverişli... Bu arada, söylemeden geçemeyeceğim; benim dışımda herkes İstanbul'un sıcaklarından çok şikayetçi ama gelin de buradakileri görün! Millet soğuk ve ıslak geçen yazdan yaka silkiyor ve sokaklarda, kafelerde herkes ayaküstü birbirine Akdeniz ülkelerinde tatile gitme plan ve hayallerini anlatıyor. Sıcağı çok seven biri olarak kendilerine fevkalade hak veriyorum. üzüldüm de hallerine, buralarda yaşasam, içim kararırdı. Bizim memleket en azından iklimi ve coğrafyasıyla hakiki bir cennet.
Her şeyin artısı ve eksisi var tabii. Amsterdam'ın havası tartışılır ama bunun yanısıra çok medeni bir yer olduğu kesin. Aslında bu yaşanılır, sevimli, tertemiz halini koruyabilmesi neredeyse mucize! çünkü yıllardır 'Avrupa'nın yaramaz çocuğu' diye bilinir kanallarla bezeli bu liman şehri. Zira taaaa 14'üncü yüzyılda kurulduğu günden beri ticari bir merkez olmuştur Amsterdam. Bu özelliği yüzünden şehre her türlü insanın yolu düşebiliyor ve bu da değişik talepler yaratıyor. ve konumuz meşhur "Red Light District" denen limana yakın, dünyanın en eski mesleğini icra eden hanımlarıyla ünlü semtine geliyor. Tipik Hollanda özelliklerini taşıyan tarihi binalarla dolu bu mahalle, her ne kadar günümüzde o eski fuhuş merkezi olma özelliğini yitirip turistik bir gezi yerine dönüşmüş olsa da kötü şöhreti ister istemez şehre damgasını vurmuş. Bir de tabii şu malum coffee house'lar var, yani "soft esrar" sayılan cannabis (kenevir) otunun serbestçe satılıp içildiği kafeler. Bu işin yasal oluşu, dünyanın dört yanındaki meraklılari için Amsterdam'ı bir çekim merkezi haline getiriyor.
Ve işte tüm bu karışıklığa yol açabilecek durumlara rağmen Amsterdam gayet medeni bir yer. Bir kere, müthiş panoramik. Haftanın yedi günü ve günün her saati epey kalabalık olan merkezdeki ana alışveriş caddelerinden biraz uzaklaşıp "Nine Streets" diye anılan ve üç ana kanalı kesen dar, ince, uzun sokaklara dalacak olursanız her biri birer tablo güzelliğinde manzaralarla karşılaşıyorsunuz. Hem aralarda saatlerce vakit geçirebileceğiniz çok şirin kafeler, butikler, galeriler, antikacılar var. Otantik Amsterdam havası solumak istiyorsanız bunların dışında Jordaan adlı semt ile müzelere yakın Spiegelwalker ve Utrechtsestraat denen caddeleri de gezmenizi öneririm. Hem alışveriş yapabilir hem de çok hoş, sakin bir yerel ambiyans içinde gezmenin tadını çıkarabilirsiniz.
Söz alışverişten açılmışken, Amsterdam'da o iş de fena sayılmaz. Marka arıyorsanız müzelerin olduğu bölgenin hemen yakınındaki Pieter Cornelisz sokağına gideceksiniz. Şehrin en lüks alışveriş caddesi burası. Geri kalan alışverişin çoğu bahsettiğim o yaya gezilen alışveriş caddelerinde yapılıyor. Aslında oralarda dolaşırken de insan eğlenceli vakit geçiriyor. Mesela çok güzel kitapçılar, harika peynirciler (benim gibi bir peynir canavarı dünyaca ünlü gouda peynirlerinin binbir çeşidinin satıldığı bu dükkanlarda nereye saldıracağını saşırıyor!), matrak hediyelik eşya dükkanları bulabilirsiniz bol miktarda. ünlü çicek pazarı ise maalesef otantikliğini yitirip tamamen bir turist kapanına dönüşmüş, her taraf hediyelik eşyaya bürünmüş, ama olsun gene de o çiçekler insanın içini açıyor.
çiçek deyince, e tabii çiçeği ve doğayı bu kadar seven bir milletin çiçekleri ve doğayı kendine has üslubu ile muhteşem güzellikte tablolara aktaran bir ressamı olması da doğal, öyle değil mi? Van Gogh'tan sözediyorum elbette. Amsterdam'a gelme fikri ilk ortaya çıktığında olayın beni en çok heyecanlandıran kısmı Van Gogh Müzesi'ni dünya gözuyle bir kez daha görecek olmamdı. çok populer bir müze olduğu için önünde hep çok uzun kuyruklar olur, bunu bildiğimden önceden internet üzerinden bilet aldım ve upuzun sırada beklemekten kurtulduk. İçeride çok keyifli 2 saat geçirdik, her tanıdık bildik tablo, bana özlediğim eski bir dosta kavuşmuşum hissini verdi.
Van Gogh Müzesi'nin hemen yakınındaki Rijksmuseum'da 17. yüzyılda Hollanda resim sanatının doruk noktasına ulaştığı devirde yaşayıp üretmiş Rembrandt, Vermeer gibi büyük ustaların eserlerini doya doya görebilirsiniz. Bu şehre gene gelsem, bu iki muzeyi gene gezerim, gördükleriniz ruhunuzu okşuyor ve insanlığın bazen ne harikalar yaratabildiğini görünce biraz moraliniz düzeliyor.
Bu seyahat, işle karıştığından yeme-içme keyiflerimiz pek öyle rezervasyonlu, önceden araştırmalı olmadı ama hararetle tavsiye edebileceğim bir lokanta var yine de - Momo, demin sözünü ettiğim o şık alişveriş caddesinde nefis bir Uzakdoğu restoranı, yemekleri de parmaklarımızı da yedik. ödedigimiz para astronomik değildi ve ortam çok hoştu. ünlü ve populer bir mekan olmasına rağmen hiç öyle gerilen, kasılan görmeye görülmeye gelen yoktu etrafta. Güzel bir Cumartesi akşamında herkes güle oynaya dostlarla yemeğini yiyordu. Amsterdam'a yolunuz düşerse Momo'ya uğrayın, seveceksiniz eminim.
Bu kısa ama zevkli Amsterdam tatili, sıcak bir yaz gününde buz gibi bir bardak limonata içmişim hissini bıraktı bende.
Son Dakika › Kadın › Yaz Ortasında Serin Bir Tatil! - Son Dakika
Masaüstü bildirimlerimize izin vererek en son haberleri, analizleri ve derinlemesine içerikleri hemen öğrenin.
Sizin düşünceleriniz neler ?