Avrupa Birliği ile Çin arasında, 14 Eylül'de, Zoom üzerinden yapılan zirve kayda değer bir sonuç yaratmadı, uluslararası medyanın ilgisini yeterince çekmedi.
Halbuki AB ve Çin ilişkileri, bir "Soğuk Savaş" olasılığı ile birlikte şekillenmekte olan iki kutuplu dünyanın dengeleri, gelişme potansiyelleri ve taşıdığı riskler açısından büyük öneme sahipti.
Trump 2016 başkanlık seçim kampanyasında Çin'e karşı ticari önlemler alarak ABD ekonomisini, istihdamı korumaya özel vurgu yapıyordu. Trump Çin'le bir "1. Aşama" Ticaret Anlaşması gerçekleştirmeyi başardı ama ABD'nin Çin ile ticaret açığı azalmadı, 2016 yılında 347 milyar dolar, 2019 yılında 345 milyar dolar düzeyinde kaldı.
Trump, 2020 başkanlık seçimleri kampanyasında yine Çin'i, üstelik çok daha sert biçimde eleştirerek Covid-19 salgınından, tedarik zincirlerinin kırılmasından sorumlu tutuyor, Hong Kong'un statüsü, Uygur Türklerine yapılan baskı gibi alanlarda eleştirerek gündemde tutuyor, dahası ABD ekonomisinin Çin ekonomisiyle ticaret, finans ve teknoloji alanlarında bağlarını kopartmaktan, artık "Çin'e bağımlı olmaya son vermekten" söz ediyor.
Trump, "Emek Günü" (Labour Day) Beyaz Saray verandasına yaptığı konuşmada "Çin ile ticaret yapmazsak milyarlarca dolar kaybetmeyiz… Buna 'ayrışma' diyorlar. Düşünmeye başlıyorsunuz: Bizim paramızı alıyorlar uçaklar, gemileri füzeler yapmaya harcıyorlar" diyordu. Trump'ın, Çin'de üretim yapan ya da yaptıran (out-sourcing) ABD şirketlerini devlet ihalelerine almamakla tehdit etmesine bakarak, "ayrışma" niyetinin yalnızca ticaret alanını değil sanayi ve teknoloji alanlarını da kapsadığını düşünebiliriz.
"Ayrışma" arzusu Çin yönetiminde de yankılanıyor. Trump Çin şirketi ByteDance'a, sosyal medya uygulaması Tik-Tok'u Microsoft'a satması için baskı yapıyordu. Financial Times'dan Rana Foroohar'in aktardığına göre, Çin yönetimi "denetimli ihracat kategorisini" algoritmaları kapsayacak biçimde genişleterek bir anda Tik-Tok'un temel varlığını değersizleştirdi. Foroohar, "Çin Trump'a kendi silahıyla cevap verdi" diyor.
Çin'in, bu adımı salt bir misilleme olmaktan öte kapsamlı bir projenin parçası. "Çin Malı 2023" adlı proje ülkenin gıda ve enerji alanlarında dışa bağımlılığını azaltmayı, iç tüketimi güçlendirmeyi, Çin'i teknoloji ve sanayi üretimi alanlarında dünya lideri yapmayı hedefliyor. Bu projenin bir parçası olarak Çin devleti, New York Times'dan Chris Buckley'in aktardığı gibi, içe, ulusal ekonomiye dönüyor, bu amaçla bir sanayi ve teknolojik gelişme planını uygulamaya koyuyor. Çin "içe dönerken" ABD ekonomisiyle, ticari, finansal ve teknolojik bağlarını, kopartmasa bile belirgin biçimde azaltmayı amaçlıyor.
Bu "ayrışma" sürecinin iki tarafına birden bakınca, ABD'nin uluslararası şirketlerinin on yıllardır inşa ettiği tedarik zincirlerini şimdi Çin'den alıp "eve geri getirerek" yeniden inşa etmek küreselleşmeyi geri çevirmek gibi zor bir işle uğraştığını görüyoruz.
Buna karşılık Çin "Tek kuşak, Tek Yol" projesinde ulaşım hatları, ticaret ve yatarım alanlarıyla yeni bir küreselleşme inşa ediyor; teknolojik gelişme için stratejik öneme sahip gerekli kıymeti mineralleri çıkarma ve işleme piyasalarındaki egemenliğine dayanarak, teknolojik gelişme ve sanayi alanlarında atılım yapmakta olduğu görülüyor.
Halen ABD teknolojik gelişmişlik açısından Çin'den ileri ama Foroohar serbest piyasa modeliyle, sanayi planlamasına dayalı bir gelişme modelini karşı koyunca, teknoloji alanında kimin daha hızlı gelişeceğini söylemenin zorlaştığına işaret ediyor ve ekliyor:
"Sorun şu ki, serbest piyasa modeli kriz ortamında o kadar etkili olmuyor".
Bu sırada Çin'in Covid-19 krizinin ekonomik etkilerini sınırlamaya, ihracatını ve dış ticaret fazlasını arttırmaya devam etmesi, Batı'da özellikle de ABD dış politika çevrelerinde kaygı yaratıyor. Çin'in açıklanan savunma harcamalarının 2002 yılında 20 milyar dolar dizeyinden bu yıl resmi verilerle 178 milyar dolara, Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsünün (SIPRI) tahminlerine göreyse 261 milyar dolara tırmanması, kısacası 18 yılda yüzde 1.200 artmış olması da bu kaygıları güçlendiriyor.
Bu durum iki ülke arasındaki ticari, teknolojik rekabetin yanı sıra askeri rekabetin de artmakta, bir "Yeni Soğuk Savaş" ikliminin şekillenmekte olduğunu düşündürüyor.
Birinci Soğuk Savaş'ın ABD hegemonyası ve güçlü ideolojik rekabet ortamında Avrupa'nın yeri ve işlevi çok belirgindi. Bugün, ABD hegemonyası son derecede zayıflamış durumda, Trump yönetimi Avrupa'nın Almanya ve Fransa gibi lider ülkeleriyle ilişkileri güçlendirmek yerine ticari rekabeti kışkırtıyor, Avrupa'da Birlik karşıtı sağ popülist akımları destekliyor.
Bu kez ABD - Çin karşılaşmasının ideolojik bir boyutu olduğunu söylemek de çok zor.
Diğer taraftan bugün, uluslararası alanda özgün ekonomik ve siyasi çıkarları, kendi içinde üyeleri arasında, liderlik, yönetişim açısından kısmen şekillenmiş hegemonya ilişkileri olan bir Avrupa Birliği bloku var.
Covid-19 krizine tepki olarak bu blokun lider ülkelerinin eliyle uygulamaya konan yaklaşık 1,8 trilyon euro büyüklüğündeki "Covid-19 toparlanma fonu", blokun üyeleri arasındaki dayanışmayı ve mali siyasi birliği bir adım daha ileri götürmüşe benziyor.
Bu blokun ABD ve Çin karşılaşmasında alacağı tutum uluslararası ilişkilerin geleceğini, dünyanın jeopolitik dengelerini belirleyecek.
Ancak bu kez Avrupa'nın bu Soğuk Savaş'a katılması ve ABD'nin yanında olması garanti değil.
Bir taraftan, ABD'nin Trump yönetimi Avrupa'nın lider ülkelerine sürekli ekonomik ve siyasi baskı yapıyor, AB'nin önem verdiği iklim krizi, silahsızlanma, İran'ın nükleer silahlar yapmasını engellenmeyi amaçlayan anlaşma gibi uluslararası anlaşmalardan tek taraflı olarak çıkıyor. Bir keresinde Merkel hükümetini "düşman" olarak tanımlayan Trump yönetiminin, AB'yi yanına kazanmak için özel bir çaba içinde olduğu da söylenemez.
Diğer taraftan genel olarak AB üyesi ülkelerin, özel olarak bu bloğun önde gelen ülkelerinin, örneğin de facto lider konumundaki Almanya'nın Çin ile, hele ekonomik kriz ortamında, vaz geçmesi hiç de kolay olmayan güçlü ekonomik bağları var. Almanya'nın 2019'da Çin'e yaptığı ihracat 119 milyar doları buluyor. Volkswagen, Siemens, BASF gibi Alman şirketlerinin Çin piyasasında derin yatırım, üretim ortaklık ilişkileri var.
Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı ve AB Dış İşleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell Fontelles, Almanya'nın toplam ihracatının yaklaşık yüzde 2,8'ini Volkswagen'in gerçekleştirdiğine, tüm satışlarının yüzde 40'ının Çin'e gittiğine dikkat çekiyor.
Fontelles Almanya'nın toplan ihracatının yüzde 60'ının AB ilkelerine yönelik olmasına karşın Asya ve Çin piyasalarının son derecede önemli olduğunu vurguluyor. Bu önemin ağırlığından dolayı da The Spectator dergisi zirveyi yorumlayan bir yazıda, "Almanya Çin'den çok korkuyor" diyordu.
Çin AB için ekonomik bağlamda önemli ama, AB de Çin için ABD'yi dengeleme bağlamında büyük bir öneme sahip.
Bu ekonomik stratejik denklem içinde Avrupa ülkeleri yıllardır Çin'ile yaptıkları ticaret ve yatırım anlaşması pazarlıklarında ciddi bir adım atamamış olmaktan, "Çin'in hep talep eden, karşılığında bir şey vermek istemeyen tutumundan", hala gelişmekte olan ülke statüsünün korumakta ki ısrarından, Çin ekonomisinde yabancı şirketlerin karşılaştıkları zorlukların giderek artıyor olmasından hoşnut değiller.
Diğer taraftan AB'nin, uluslararası rekabet kurallarının saptanması, küresel ısınmaya karşı anlaşmaların korunması gibi alanlarda, küresel çapta Co2 emisyonun hemen hemen yarısını gerçekleştiren Çin'in desteğine gereksinimi var.
AB, 14 Eylül'de yapılan Zoom üzerinden yapılan AB-Çin zirvesine Angela Merkel, AB Komisyonu Başkanı Ursula vander Leyen ve AB Konseyi Başkanı Charles Michel ile işte bu koşullarda girdi.
Ursula vander Leyen, "Daha yapılacak çok şey var, esas olarak Çin'in bizi ikna etmesi gerekiyor" derken Charles Michel, "Avrupa Birliği'nin bir oyun sahnesi değil, oyuncu olması gerektiğini" vurguluyordu.
Le Monde'da bir yoruma göre, "Avrupa ekonomik olarak silahlanmalı", "stratejik sanayilerini, ekonomik bağımsızlığını korumalıydı".
Almanya'nın önemli Finans gazetesi, Handelsblatt'ın bir yorumuna göre "yakınlaşma ile değişim" formülü Çin söz konusu olduğunda işlemiyordu.
Birbirine yakınlaşanlar "çoktan birer rakip konumuna gelmişlerdi" ve bu durum "Çin'in dünya ekonomisi içinde artan ağırlığından, dahası artan ekonomik siyasi gücünden kaynaklanıyordu."… "Artık Avrupa'nın da ABD gibi, yabancı yatımları stratejik açıdan denetleyen bir komiteye (CFIUS) gereksinimi vardı.
Sonuç olarak denebilir ki Avrupa Birliği ile Çin arasında 14 Eylül'de gerçekleşen Ticaret ve Yatım Anlaşması zirvesinden kayda değer bir sonuç çıkmadı. Ancak, AB'nin uluslararası ilişkiler alanında Çin'den çok ABD'ye yakın olmasına karşın, "Ben kendi yolumdan gideceğim" (I'll do it my way) diyen "Sinatra Doktrini'ni" benimsemeye kararlı oldu görüldü.
Dünya jeopolitiği yeni bir "Soğuk Savaş" ortamına girerse AB'nin dengeleyici ve sonuç belirleyici olma şansı, iki kutup karşısında bağımsızlığını koruyabildiği sürece, kendi ekonomik ve siyasi birliğini güçlendirebildiği oranda giderek artabilecek.
Son Dakika › Dünya › AB, Çin'le ilişkilerinde 'Sinatra Doktrini'nde kararlı mı? - Son Dakika
Masaüstü bildirimlerimize izin vererek en son haberleri, analizleri ve derinlemesine içerikleri hemen öğrenin.
Sizin düşünceleriniz neler ?